Leo Tolstoy, Anna Karenina’nın önsözünde şu ifadeye yer vermiştir: “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer; her mutsuz aile ise kendine özgü şekilde mutsuzdur.” Bugün Filistinliler, Siyonist projenin onları defalarca çok uzak yerlerde ve aynı zamanda doğdukları Filistin topraklarında mültecilere dönüştürmesiyle, dünyanın önde gelen muhtelif mutsuz aileleri arasında sayılmaya yetecek kadar şanssızdır.
Bazıları sürgün ve yabancılaşmayı, mülteci kampları ve sonu olmayan bir bekleyişi yaşamak zorunda kaldı. Diğerleri ise, “İsrail topraklarında yaşayan bir Arap” asla bir İsrail vatandaşıyla eşit olamayacağı için, imkansız bir vatandaşlık hayatı yaşamaya mecbur bırakıldı. Ve Oslo Anlaşması’ndan bu yana, medyanın “Barış Süreci “nin erdemlerini uzun uzun anlatma becerisine rağmen, “sürecin” kendisi Filistinlilere sadece eşi benzeri görülmemiş sefalet çeşitleri sundu. Bu durumun İsrail’in Oslo’daki niyetleriyle tamamen örtüştüğü açıktır.
Sözde “Barış”tan önce bir Filistinli geleceği düşünerek umutlanabilirdi. Ancak (tabii ki gerçek anlamda hiçbir zaman gelmeyen)”Barış geldikten sonra”, Filistinli umutsuzca beklemekle yetinmek zorunda kalacak, daha iyi zamanlar gelirse şayet onun için umudunu bir kenara bırakacaktı.
Belki de umut etme eyleminin yaklaşık yüz yıldır devam eden bu sürekli ertelenmesi, Filistinli yazarları eski yoksunlukların hikayelerini yeniden ele almaya ve yeniden yazmaya yöneltmiştir; her ne kadar yeni çileler miras kalan hüzünlere daha önce görülmemiş bir depresyon derinliği katmış olsa da.
Filistinliler, Tolstoy’un bu sözünü duymuş olsunlar ya da olmasınlar, bugün hala üzüntülerini birinci çoğul şahısla ifade etmektedirler. Eğer Filistin halkının kolektif bir anlatısı varsa – kökleri tarihe dayanan ve genellikle Balfour’un 1917 Deklarasyonu ile başlayan, Avrupa Yahudilerine tarihi Filistin’de Yahudiler için vatan vaat eden bir hikaye – bu ulus, insani anlamda, Filistinlilerin sürgün, direniş ve vatan temalarını kesen çeşitli yazgılarını derleyen zengin bir hikayeye sahiptir. Bu hikayeler -hem sürekli yeniden icat edilenler hem de hala mümkün olanlar- Filistinlilerin mahrum bırakıldığı “sıradan insan hakları” etrafında şekillenmekte ve böylece Filistinliyi kendi özel bedbaht hikayesini anlatan bedbaht bir insana dönüştürmektedir.
Arap tarihçilerin bize anlattığına göre, 1948’deki feci Nekbe’den önce Filistinliler anavatanı kaybetme korkusuyla yaşıyorlardı; Nekbe’den sonra ise kayıp ve yabancılaşmanın ne anlama geldiğini öğrendiler. Bir sonraki direniş ve silahlı mücadele döneminde tehlike ve ölümü düşündüler. Sonrasında, “gelmeyen Barış “ın ardından, hayal kırıklığı ve hüsranı, insani adalet olasılığına ilişkin derin şüpheyle birleştirdiler. Başından beri Filistin yazını, Filistinlileri normal insani koşullardan, diğer halkların sahip olduğu haklardan mahrum, yerinden edilmiş “göçmenler” ya da “mülteciler” haline getiren Siyonist iradeyle yüzleşmekten başka bir şey olmamıştır.
Geçen yüzyılın ilk on yılının sonunda, Rawhi Yassin al-Khalidi (1864-1913), Siyonizm adlı eserinde modern Yahudi çiftçi ile yoksul Filistinli köylülerin içinde bulunduğu koşulları karşılaştırmıştır. Modern Arap edebiyatının öncülerinden olan el-Halidi burada geleneksel ve modern tarım arasındaki farkları analiz etmiyordu; daha ziyade “Osmanlı mirasına sahip insanların” “Avrupai doğaya ve bakış açısına sahip bir Siyonizme” direnme kabiliyeti konusundaki endişelerini dile getiriyordu. Böyle bir endişe sıradan bir insanın hayatını mahvedebilirdi, ancak Fransa’daki yaşamı Siyonist projeyle gerçek anlamda tanışmasını sağlayan bu entelektüeli, edebi ilgilerini bir kenara bırakmaya ve dikkatini geçmişini ve geleceğini doğrudan ilgilendiren “zorunlu temaya” adamaya itti.
Böylesine aydın bir entelektüel, Siyonist projenin “dayattığı” bu “zorunlu” uzmanlaşmayı çeşitli edebi kaygılarına eklemiş, diğer yandan Necip Nassar (1865-1948) ise 1959’da Filistin tarihinin ilk gazetesi olan el-Karmel gazetesini kurduğu andan itibaren tüm hayatını “kaçınılmaz bir yerinden edilme” ve Filistin nüfusunun “kesin zorunlu göçü” konusunda uyarıda bulunmaya adamıştır. İngilizce, Almanca ve Farsça bilen zeki bir entelektüel olan Nassar, çok sevdiği avukatlık mesleğini, kendisine “mecburen” dayatıldığını düşündüğü meslek olan gazetecilik için terk etti. İlk Filistin anlatısı olan Muflih al-Ghazzali’nin Öyküsü adlı romanında Balfour Deklarasyonu’nu duyduğunda yaşadığı panik duygusunu kaydetmesi şaşırtıcı değildir. Nassar, “Shakespeare’in ulusunun”, ün saldığı “rafine kültürel değerlere” zarar verebilecek herhangi bir eylemde bulunamayacağı inancına sahipti.
Yirminci yüzyılın ilk yarısının en önde gelen Filistinli entelektüeli olan büyük eğitimci Halil el-Sakaakini (1878-1953) için de durum pek farklı olmayacaktı. O da yakın zamanda birkaç cilt halinde yayınlanan Günlükler’inin büyük bölümünü makus kaderin ağırlığını taşıyan bu “zorunlu kaygıya” ayırmıştı. Bu nedenle Sakaakini hayatını iki aşamada sürdürmüştür. İlk aşamada kurumsal ekolünü kurdu, Dil ve Edebiyat Okumaları’nı yazdı ve Kahire’deki Arap Akademisi’nin bir üyesi olarak sorumluluklar üstlendi. İkinci aşamada ise Kudüs’teki Siyonist yanlısı İngiliz Yüksek Komiseri Herbert Samuel’in otoritesini reddederek ve radyo yayıncılığındaki yöneticilik görevini – radyo istasyonunun “Burası İsrail Toprağıdır” anonsunu protesto ederek – bırakıp Mısır’a göç edecekti. 1948’de Nekbe felaketinin bir sonucu olarak, ünlü kütüphanesini geride bırakarak Mısır’a kaçtı.
Siyonizm ya da ona verilen tepki, bu entelektüellerin ve diğerlerinin kaderlerini birbirine bağlayan bir iç bağ oluşturdu: Siyonizm yüzünden, yazmak istedikleri şeyleri her zaman yazamadılar ve seçtikleri meslekleri tam özgürlük içinde icra edemediler. Hatta zaman zaman beklenmedik mezarlıklara gömüldüler. Sanki Siyonizm, Filistinlilere ilk biyolojik doğumlarından sonra yeni ve zorunlu bir yeniden doğum yaşattı. Siyonizm, kendi topraklarından ayrılan Filistinlinin yeni “doğum yerinin” neresi olacağını belirleyemese bile, yine de İlahi İrade’nin gücüne “Güç İstenci”, “Doğal Seçilim” ve “Avrupa Modernitesi” güçlerini ekledi.
Sonuç olarak, bir dilin ifadesiyle “Ulusal Sorun” ya da başka ifadeyle “Siyonist Meydan Okuma” sorunu, bu dönemin klasik Arap kasidelerinde, “diaspora” ya da Nekbe’nin sonucu olarak Filistinlilerin dağılmasından önce, gurur verici bir yer edinmiştir; Ebu Selma, Abdül Rahim Mahmud, İbrahim Tukan ve diğer şairlerin eserlerinde görüldüğü gibi. Sanki Filistinli şair anormal, insanlık dışı durumun tutsağı olmak zorundaydı ve bu da onun umutla, direniş umuduyla yaşayanlara, heyecan verici, kışkırtıcı şiirler yazarak umut vermesini gerektiriyordu. Bu nedenle genç yaşta ölen İbrahim Tukan, “vatansever” şiirlerinin yanı sıra aşk ve hayatın güzelliği üzerine şiirler yazdığı için bazılarına çok tuhaf göründü.
Tüm tarım toplumlarında olduğu gibi, İsrail devleti kurulmadan önce Filistin ulusal kültüründe de şiir önemli rol oynuyordu. Var olan az sayıdaki tiyatro ya da anlatı senaryosu, Siyonistlere toprak satışını yasaklamaya ya da Arapların önceki zaferlerini kutlamaya adanmış “eğitim çalışmaları “ydı. Ancak Bağdat, Beyrut ve Şam gibi Arap şehirlerine bazı iyi eğitimli ve kültürlü şahsiyetlerin gelmesi, şiirin rolünü etkilemeksizin romanın gelişiminde çok önemliydi. Roman açısından en önemli katkı, ilk romanı Uzun Gecede Bir Çığlık’ı 1946’da yazan ve Filistin’den Bağdat’a gittikten sonra yayımlayan Cebra İbrahim Cebra’dan geldi. Cambridge Üniversitesi’nden mezun olan bu romancı, birbirini takip eden romanlarıyla ama özellikle de Arap romanına eşi görülmemiş modernlik ve yenilenme getiren as-Safiina romanıyla avangart Arap romancılara öncülük etmiştir.
Romancı, eleştirmen, çevirmen ve kısa öykü yazarı Jabra’nın yanı sıra, çeşitli formatlarda yaratıcı yazarlığı partizan politikaya katılımla birleştiren Ghassan Kanafani (1936-72) de vardı. Her ne kadar Kanafani, Güneşteki Adamlar adlı ünlü eseriyle romancı olarak tanınsa da, kısa öykü yazarı olarak üretimi hem daha yaratıcı hem de daha gelişkindir ve şüphesiz yirminci yüzyıl Arap kısa öyküsünün önde gelen isimlerinden biridir. Onun bu açıdan önemi, öykülerini Filistin’de yazmaya başlayan ve 1967’deki beklenmedik ölümüne kadar kesintisiz sürdüren, yine Filistinli Samira Azzam’la eşdeğerdir. Filistin-Arap romanının öncülerini tamamlayan üçüncü önemli isim ise Emile Habibi’dir. Altı Gün Altılısı ve Pessoptimist: Sait Abi Nahas’ın Kayboluşunu Çevreleyen Tuhaf Olaylar adlı eserleri, Haziran 1967 yenilgisinin ardından yazılan ve Filistinli “mültecinin” kendi topraklarındaki deneyimini aktaran iki önemli eserdir.
Roman ve kısa öykü, umudu olmayanlara umut veren bir “ezilenler edebiyatı” ortaya koymuştur. Bu durum romanın üç temel özelliğinde ve boyutunda görülebilir. Birincisi, kayıp vatanın romantikleştirilmesi ve güzelleştirilmesi, “eski Filistin “in eşsiz yeryüzü cenneti kalıbına sokulması ve Filistinliye kendi topraklarının kutsallaştırılmış imajını yansıtmasının salık verilmesi. Ve eğer beklendiği gibi Jabra, Mesih İsa’yı olması gereken biçimde Filistinli insanla özdeşleştirdiyse, Kanafani de öz Filistinliyi “insan iradesinin estetiğinden -üstinsan mitinden” damıtmıştır.
Bu ilk boyuttan ortaya çıkan ikinci boyut, geçmişin ta kendisi olan bir geleceğe açılma imgesini ortaya çıkarmaktadır: Kutsallıkla donatılmış orijinal kutsanmış bakir Filistin gelecekte geri dönecek ve tıpkı geçmişte olduğu gibi kutsanacaktır.
Filistin romanının üçüncü yönü, yukarıdaki ikisinin bir sonucudur. Bu yön, kaçış ve sığınma döneminin öneminde kendini gösterir – Filistinlinin cesaretini sınayan ve ardından gelecek zaferini ilan eden hastalıklı ve geçici bir sıkıntı dönemi. Görülebileceği gibi, tüm konsept açıkça Düşüş döneminde başlar. Bunu kayıp ve acı dönemi takip eder. Ve nihayetinde bağışlanma anına, sürgün ve yabancılaşmanın üstesinden gelmeye götürür. Mücadele -ya da irade- ilk dönem ile son dönem arasında aracı rolü oynar. Sürgün yazarları, geçmişle bugünü birleştirmelerine yardımcı olan “dini iyimserliklerinde” aşırıya kaçmışlarsa, İsrail işgaliyle yaşayan Emile Habibi, geçmişe özlem duyan ama bize geçmişin geri gelmeyeceğini fısıldayan en kara alaycılığı seçmiştir.
Filistin’in kaybedilmesinin ardından şiir, 1967 Haziran Yenilgisi’nin ardından Ghassan Kanafani’nin “Direniş Şiiri” olarak adlandırdığı yeni bir süreklilik kazandı. Burada sıralanabilecek pek çok isim arasında Tevfik Zeyyad, Samih el-Kassem ve birbirini izleyen bir dizi yeniliğe imza atan Mahmud Derviş sayılabilir. 1965’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ortaya çıkışı ve Silahlı Mücadele’nin yükselişiyle birlikte, çalışmalarının niceliği ve niteliğiyle ayırt edilen yeni şair kuşağı ortaya çıktı. Bu kuşağın üyeleri arasında İzzeddin el-Manassrah, Murid el-Barghouti, Ahmed Dahbour, İbrahim Nasrallah ve temalarında birden fazla kuşağa ait olabilen ve şiiri “gelecek” ve “Filistin” ile özdeşleştiren Mo’iin Basisu gibi diğer isimler yer alır.
Bazı şairler zaman zaman “ideolojiyi” bir kenara bırakıp şiirin anlamını ruhun insani koşullarıyla ilgili olarak düşünseler de -Mürid el-Barguti ve son zamanlarda Ghassan Zaqtan’da olduğu gibi- kasidede kışkırtıcı romanlarda olmayan hiçbir şey yoktu. Filistinli şairler Arap şiirinin modernleşmesi yönünde kayda değer çabalar sarf etmiş olsalar da, hem bir bütün olarak Arap şiirinde hem de özel olarak Filistin şiirinde, çağlar boyunca “Ezilenler “in deneyimlerinden Filistin’e özgü bir anlam damıtabilen benzersiz yaratıcı sesi temsil eden kişi Mahmud Derviş’tir. Aynı şekilde, Derviş’in şiiri de insanlığın kültürel mirasını bütünüyle okuyarak Arapça kaside üretebilir ve evrensel şiiri diyaloga sokan ve ona yeni estetik boyutlar kazandıran evrensel kasideye ulaşabilir. Bu nedenle Derviş, Ritsos, Eluard ve Renee Char’ın şiirleri ışığında değil, bu şairlerle birlikte, hepsinin yaratılmasına yardımcı olduğu evrensel ve “eski-yeni” kaside ışığında okunmalıdır.
Jabra, Kanafani ve Habibi edebi çalışmalarını aynı anda hem FKÖ’ye yakın hem de ondan uzak şekilde, aynı anda gerçekleştirmişlerdir. Jabra bir liberaldi ve liberalizmine sadık kaldı. Kanafani Marksist ve milliyetçi, Habibi ise komünistti. Her üçü de özgürleşme çağrısı yapmış ve özgürleşmiş yazı pratiği için kendi özel edebiyatını yaratmıştı. Bu nedenle onların edebiyatı, FKÖ içinde gelişen ve şiir, roman ve kısa öyküler yazan Yahya Yakhluf, Tewfiq Fayyad, Rashad Abu Shawar gibi isimlerin yazılarıyla birlikte devam eden “yeni bir kışkırtma edebiyatından” farklıydı. Bu grubun eserleri, özellikle mülteci kamplarında yaşayan yoksul Filistinlilere yakınlığıyla dikkat çekiyor. Yahya Yakhluf’un Çılgın Elmalar romanı ve Reşad Ebu Şaver’in belki de mülteci kamplarındaki Filistinlilerin sefaletini anlatan en iyi roman olan Aşıklar romanı böyledir. Bu tür edebiyatın, Silahlı Mücadele’nin canlı ve süregelen toplumsal dokümantasyonuna eşdeğer olması ve iyimserliği Mutlak İnanç’ın doruklarına yükseltmesi doğaldı.
Nasıl ki Filistin şiiri, gelişiminin erken evresinde, El Barghouti’nin Kaldırım Kasideleri’nde hissettiği ihtiyaç olan dinsel ideolojinin ağırlığını hafifletme çabalarına tanık olduysa, roman yazımı ya da ilgili biçimler de, ister Liana Badr’ın ister Farooq Wadi’nin yazdıklarında olsun, benzer çabaları biliyordu. Wadi, edebiyatı her zaman vatansever ya da ulusal niyetlerin aracılık etmediği kendine özgü estetiği ile her şeyden önce bir dil egzersizi olarak görüyordu.
Sahar Khalifa Filistin edebiyatına eşsiz bir katkıda bulunmuştur. Şiirde Fadwa Touqan, kısa öyküde Samira Azzam öncü kadın sesler olarak öne çıkarken, Sahar Khalifa en belirgin şekilde romanda kadınsı sesi -ya da kadınların sesini- temsil ederek okuyuculara çeşitli eserler sunmuştur. Khalifa, geleneksel Filistin toplumundaki erkek şovenizmine yönelik eleştirileri İsrail işgaline yönelik eleştirilerle birleştirerek, kadınların özgürleşmesini ulusal kurtuluş için gerekli bir başlangıç haline getiren tartışmalı bir form ortaya koymuştur.
FKÖ’nün 1982 sonbaharında Beyrut’tan ayrılması, Filistin romanını ve genel olarak yaratıcı edebiyatı karmaşa ve utanç durumuna sürükledi. Kanafani vefat etmiş, Jabra ve Habibi’nin yaşları ilerlemişti. Şairlerin şiirsel yaratımın “edebi değeri” dışında düşünecekleri bir şey kalmamıştı. Bu dönemde Ürdün’de doğan ve yaşayan Filistinli şair İbrahim Nasrallah, mükemmel romanı Çöl Ateşi’ni yazdı. Daha sonra “Filistin Komedisi” olarak adlandırdığı şeyi edebi biçimde belgelemeyi amaçlayan ısrarlı bir çabayla ona başka romanlar ekledi. Belki de Filistin edebiyatına düzyazı alanındaki en önemli katkıyı yakın zamanda vefat eden Hüseyin El Barguti yapmıştır. Seattle Üniversitesi’nde eğitim gören bu parlak, kültürlü adamın otobiyografisinin görülebileceği en iyi yer birbiriyle ilişkili olan iki eserdir: Yeşil Işık ve Badem Ağaçlarının Arasında Olacağım. Her ikisi de popüler hafızada ve çocuk hikâyelerinde hatırlandığı şekliyle Filistin’den, ama aynı zamanda “yabancılaşmanın Filistin’inden” ve İsrail yerleşimleri tarafından acımasızca parçalanan göçmen sürgünü ve kaybının Filistin’inden bahseder.
O halde yirminci yüzyılın başından 1982’de FKÖ’nün Beyrut’tan ayrılışına kadar Filistin yazınının gelişiminde ve geçirdiği çeşitli evrelerde aktarılan ana temalar nelerdir? 1948’de Nekbe ile sona eren ilk aşamada, aydınlanmış haliyle Filistinli entelektüel, toplumu modernleştirme ve cehaletten, kadercilikten, mezhepçilikten kurtarma ihtiyacından söz ediyordu. Nekbe’den FKÖ’nün doğuşuna kadar uzanan ikinci aşamada ise yazarlar, özellikle de Cabra, Kanafani ve Samira Azzam, Filistinli insanın eğitilmesi ve Filistinliler ile İsrail Devleti arasındaki kültürel çatışmanın anlamı konusunda daha derin bir farkındalık yaratılması çağrısında bulundu.
Üçüncü aşama olan Silahlı Mücadeleye gelince, bu aşama genel olarak mesihçilik, saf ideolojik tebliğ ve soyut değerlerle ilişkilendirildi: “Fida’i” ya da kurtuluş savaşçısı; tüfek; zafer. Ancak soyut ve idealize edilmiş bir tüfekten ya da gerilla eğitim kampından daha önemli olması gereken insanın yerine, bu ideallerin önemli kabul edilmesini sorgulamakta gecikmediler İşin aslı, Silahlı Mücadele’den önceki Filistin edebiyatı, kültürü temelde marjinalleştiren ve iyimser sloganlarla kutlayan “silahların edebiyatı “nın aksine, Filistin’e dönüşü siyasi ve kültürel bir proje olarak görüyordu. Beyrut’tan kaçıştan sonra bu tür edebiyatın sona ermesinde şaşırtıcı değildir.
Birinci ve İkinci İntifadalardan sonra, sırasıyla 1989 ve 2002’de, Filistinliler yaşanmış gerçekliği hareket noktası olarak alan ve “hayalleri” “gerçeklerden” ayıran farklı bir edebiyat yazmaya başladılar. “Barış Süreci “nin trajik başarısızlığının ardından özellikleri daha keskin şekilde tanımlanan bu edebiyat, farklı kuşaklardan Filistinliler tarafından şekillendirildi. Mahmud Derviş bu yeni duruma, şairin kuşatma altında ve dar sınırlar içinde yaşadığı hayatından bir günü anlattığı “Kuşatma Durumu 2002” adlı divanıyla ses vermiştir. Kırk yıl önce yazmaya başlayan ve günlük yabancılaşmayı hem şiir hem de düzyazıyı kabul eden ve birleştiren dilsel bir deneyime dönüştüren parlak öykü anlatıcısı Mahmud Shuqair de öyle. Benzer yazarlar arasında iki şair-romancı, Zekeriya Muhammed ve Ghassan Zaqtan, genç romancı Adaniya Shibli ve İsrail Knesset üyesi Azmi Bisharat, Kontrol Noktası ve Gölgeler Bölgesinde Aşk adlı iki eseriyle yer alıyor. Bisharat’ın Kontrol Noktası, bitmek bilmeyen bir dizi dolambaçlı kontrol noktasından geçmek için sonsuza dek pazarlık yapmak zorunda kalan Filistinlilerin gündelik hayatlarını anlatmak için belki de bugüne kadarki en kapsamlı çaba olarak duruyor.
Bu yazılar ve diğerleri üç özellik ile karakterize edilmiştir: temsili hayatların, keskin ayrıntılarla ve yaşandıkları gibi, açık ve çıplak ve her türlü iyimser veya kötümser ideolojiden ve hüsnükuruntudan uzak bir şekilde tasviriyle sınırlama kararı; karakterlerinin kasvetli gündelik hayatlarında, neredeyse bir kabustaymışçasına ve yakın veya uzak bir geleceğe atıfta bulunmadan kök salma kararı; ve son olarak, her türlü kesinliğin söndürülmesi, bunun yerine şüphe, olasılık ve beklentisiz bekleyişin konulması.
Bu sayıda yayımlanan yazılar, “Filistin Ulusal Yönetimi “nin yetkisi altındaki bölgelerde Filistinlilerin bugün içinde bulunduğu durumu kısmen de olsa yansıtıyor. Belki de 1978 doğumlu Hala Shurouf’un şiiri, bu kuşatılmış Filistin varlığını çoklu trajik boyutlarıyla yansıtan bir aynadır: bir varoluş biçimi olarak yoksunluk, yetimlik duygusu, yok olan adaletle diyalog; en küçük arzulara yabancılaşma; küçük günlük işlerin büyük hayallere dönüşmesi… Bu yazıların hepsinde “açıkta kalan, bazen teselli arayan zavallı bir çocuktan” bahsediliyor. Kırılganlığını 1948 trajedisinden günümüze kadar ustalıklı bir kahramanlıkla gizleyen sabırlı bir çocuk.
Kesintisiz Faaliyet Çeviri Kolektifi
Copyright © 2006 Faisal Darraj.
İngilizceye çeviren Michael K. Scott
https://wordswithoutborders.org/read/article/2006-11/transformations-in-palestinian-literature/