Çeviri: Kesintisiz Faaliyet Çeviri Kolektifi
Geçen hafta, “İsrail’in caydırma stratejisi’ olarak adlandırdığımız ani askeri tırmanışın, Beyrut’un yoğun nüfuslu güney banliyösü de dahil olmak üzere Lübnan’a yönelik, Hizbullah’ın bulunduğu tüm bölgelerin ayrım gözetmeksizin ağır bombardımanını içerecek kapsamlı bir saldırının yolunu açıp açmadığını” sorguladık. Bu bizi başka bir soruya götürdü: “Biden Netanyahu’ya, partisinin adayı Kamala Harris’in kampanyasını olumsuz etkileyecek bir savaşı önleyecek kadar sert bir baskı yapacak mı, yoksa bir kez daha, kendisinin ve Dışişleri Bakanı Blinken’in her zamanki ikiyüzlü tarzıyla (suçu saptırmaya yönelik bir pişmanlık ve kızgınlık ifadesi eşliğinde de olsa) arkadaşının suç girişimine eşlik mi edecek? ”(bkz. İsrail Caydırıcılığının Lübnan’da Tırmanışı Üzerine Stratejik Düşünceler)
Birbiriyle bağlantılı bu iki sorunun cevabı çok geçmeden geldi: İsrail Saldırı Bakanlığı (yanlışlıkla Savunma Bakanlığı olarak adlandırılıyor) geçtiğimiz Çarşamba günü, bir genel müdürünün Pentagon’daki ABD Askeri Komutanlığı’na yaptığı ziyaret sırasında 8.7 milyar dolar değerinde yeni bir yardım paketi aldığını duyurdu. Bakanlık konuyla ilgili açıklamasında bunun “İsrail ile ABD arasındaki güçlü ve kalıcı stratejik ortaklığını ve İsrail’in güvenliğine olan sarsılmaz bağlılığı” teyit ettiğini söyledi. İki gün sonra, Cuma gecesi, Siyonist İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin Hizbullah’a yönelik saldırısı, partinin Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın ve bazı liderlerinin öldürülmesiyle sonuçlandı. İletişim ağının sabote edilmesinin ardından örgütün sistematik şekilde boynunun vurulması da tamamlanmış oldu. Siyonist İsrail Silahlı Kuvvetleri, şu ana kadar yoğun ve güçlü bombardıman eşliğinde (her ne kadar İsrail kaynakları “sınırlı” kalacağını iddia etse de) bir kara işgalinin kademeli olarak genişletilmesine dayanan, Hizbullah’ın etkin olduğu bölgelere yönelik kapsamlı bir saldırıya giden yolda yeni adımlar atmaya hazırlanıyor.
Böylece ABD yönetiminin, Fransa’nın telkiniyle ve onunla birlikte yaptığı Hizbullah ve Siyonist devlet arasındaki üç haftalık ateşkes çağrısının, ona ABD’nin fiili bir baskısı eşlik etmediği için hiç de samimi olmadığı ortaya çıkıyor. Bu noktada, Washington Post’un geçtiğimiz Çarşamba günü yayınladığı ve Biden yönetimi içinde ateşkesle ilgili görüşlerin farklılaştığını, bazı üyelerin İsrail’in askeri tırmanışını “Lübnanlı militan grubu aşağılamak için potansiyel olarak etkili bir araç” olarak gördüğünü söyleyen araştırmaya dikkati çekmek gerekir. Yönetimin, Hasan Nasrallah suikastına tepkisi- Biden’ın kendisinden başlayarak- operasyonu alkışlamak ve övmek, Hizbullah’ı ve Genel Sekreterini terörist olarak damgalayarak bunu “adaletin bir ölçüsü” olarak nitelendirmek oldu. Bu tepki, Washington’un Gazze’de devam eden soykırım savaşındaki bariz suç ortaklığının ardından Lübnan’a karşı devam eden saldırıdaki askeri ve siyasi suç ortaklığını teyit etmiştir.
Biden yönetiminin ikiyüzlülüğü bununla yeni bir seviyeye ulaştı. Zira Lübnan’daki partiyi terörist bir örgüt olarak nitelendirmek, onunla Siyonist devlet arasındaki çatışmaya “diplomatik bir çözüm” bulmak için aylardır yürüttüğü müzakerelerle tam bir tezat oluşturuyor. Washington nasıl olur da Hizbullah’ın siyasi (ama askeri değil) müttefiki olan Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri’nin arabuluculuğuyla bir “terörist grupla” müzakere edebilir ve böyle bir grupla diplomatik bir çözüm arayışına girebilir? Siyonist devletin, Washington’un (elbette kendi eylemlerini görmezden gelerek) terörist olarak tanımladığı ve tanımlamaya devam ettiği her şeyi aşan bir yoğunlukta ve canice bir vahşetle işlenen, terörist olarak tanımlanması doğru olan eylemlerinden bahsetmiyorum bile.
İşte Gazze’deki soykırım savaşının ardından, birkaç seçilmiş milletvekiline sahip olan ve büyük bir sivil yarı-devlet aygıtını denetleyen bir kitle örgütünü, askeri kanadı ile sivil kurumları arasında ayrım yapmaksızın bir bütün olarak terörist olarak damgalayarak ortadan kaldırmayı amaçlayan savaşın kötü niyetli gerekçesi buydu. “El Aksa Tufanı” operasyonu, kendisine bu yaftayı yapıştırmak için geniş çapta istismar edilen Hamas örneğinin aksine, Hasan Nasrallah liderliğindeki Hizbullah, İsrailli ya da ABD’li sivillere ya da savaşçı olmayanlara kasten saldırmak anlamında terörist olarak tanımlanabilecek hiçbir eylemde bulunmamıştır. Bu nedenle, 1983 yılında ABD büyükelçiliğini ve Lübnan’daki “Çokuluslu Güç”e katılan ABD ve Fransız birliklerini hedef alan saldırıları hatırlattılar. Hatta bu saldırıları o dönemde partinin lider kadrosunda yer almayan ve sadece 23 yaşında olan Hasan Nasrallah’a atfettiler! Aslında Nasrallah, Genel Sekreterlik görevini üstlendiği 1992 yılında, ilk kez parlamento seçimlerine katılarak partinin Lübnan siyasi hayatına katılma yönündeki dönüşümüne yön vermiştir.
Geçen hafta, Hizbullah’ın Gazze’ye destek için İsrail’e karşı sınırlı bir savaş yürütme hesabının nasıl geri tepmeye başladığını ve kendisini Siyonist orduyla “karşılıklı ama eşit olmayan bir caydırıcılık içinde kapana kısılmış” bulduğunu anlatmıştık. Gerçek şu ki parti, savaşın ağırlığının Gazze Şeridi’nden Lübnan’a kaydığı açıkken, “Gazze’de ateşkes sağlanana kadar” İsrail ile karşılıklı ateşe devam etme ısrarı ile İsrail tarafından kendisine kurulan tuzağa düştü. Partinin, Fransa ve ABD’nin üç haftalık ateşkes çağrısını kabul ettiğini ve askeri operasyonları durdurduğunu açıkça ilan etmesi daha uygun olurdu. (Özellikle de iletişim ağı havaya uçurulduktan sonra nefes almaya ve liderlik aygıtını yeniden kurmaya şiddetle ihtiyacı vardı.) Ki bu hamle Siyonist hükümet için bir utanç kaynağı olurdu ve onu da aynı şeyi yapmaya zorlayan yoğun bir uluslararası baskıya maruz bırakırdı.
Son günler, Hizbullah’ın Siyonist devletle arasındaki “karşılıklı caydırıcılık” algısının yanıltıcı olduğunu ortaya çıkardı. Örgütün bu caydırıcılığın eşit olmayan doğasını yeterince hesaba katmadığını (çok daha az ciddi olsa da Hamas’ınkine benzer bir yanlış hesaplama) ortaya koydu. Ayrıca Tahran’daki destekçisinin kendisini savunma taahhüdüne ilişkin algısının da doğru olmadığı ortaya çıktı. Zira İran, İsrail’in doğrudan kendisine karşı tekrarlanan saldırılarına yalnızca bir kez, geçen Nisan ayında ve neredeyse zararlı olmaktan çok sembolik bir şekilde karşılık verdi.
Görünen o ki Hizbullah, ona bağlı güçlerin Litani Nehri’nin kuzeyine çekilmesini öngören 2006 tarihli 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı’nı uygulamaya dönmeye istekli olduğunu teyit etmiştir. Böylece Siyonist devletle arasındaki güç dengesizliğini ve ABD arabuluculuğuyla kendisine dayatılan koşulu kabul etmiştir. Bu yönelim, Nebih Berri ile görüşmesinin ardından Lübnan’ın geçici Başbakanı Necip Mikati tarafından da teyit edildi. Dolayısıyla Gazze’de ateşkes sağlanana kadar savaşa devam etmekte ısrar etmenin ve böylece Siyonist hükümete Lübnan’a ve özellikle de Hizbullah’a yönelik saldırılarını daha da tırmandırması için bir bahane vermenin yararı olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Kaynak: https://gilbert-achcar.net/hezbollahs-miscalculation
Not: Kesintisiz Faaliyet, çevirisini yayınladığı makalelerde aktarılan tüm görüşleri benimsemek zorunda değildir. Amacımız, okuyucularımızın ilginç veya faydalı bulacağını düşündüğümüz çeşitli görüşleri/perspektifleri paylaşmaktır.