Çeviri: Kesintisiz Faaliyet Çeviri Kolektifi
Sanayi kapitalizmi, Avrupa ekonomilerini ve parlamentolarını feodalizmden kalan kalıtsal ayrıcalıklardan ve kökleşmiş çıkar gruplarından kurtarma mücadelesinde devrimci bir rol oynadı. Sanayiciler, üretimlerini dünya pazarlarında rekabetçi kılabilmek için, Avrupa’nın toprak aristokrasilerine ödenen toprak rantlarının, ticaret tekellerinin elde ettiği ekonomik rantların ve sanayiyi finanse etmeyen bankerlerin talep ettiği faizlerin sona ermesini talep ettiler. Bu tür rantiye gelirleri, ekonomideki fiyat seviyelerini yukarı çekiyor; yaşam maliyetini ve işletme giderlerini artırarak kârlılığı düşürüyordu.
- yüzyılda, bu ekonomik rantları ortadan kaldırmaya yönelik klasik hedef, Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı ülkelerde geri çevrildi.
Bugün, toprak ve doğal kaynak rantları hâlâ özel mülkiyetin elinde bulunuyor ve hatta özel vergi avantajlarından yararlanıyor. Temel altyapılar ve diğer doğal tekeller, büyük ölçüde finans sektörü tarafından özelleştiriliyor. Bu sektör gayrimenkul ve tekelci müşterilerinin çıkarlarına hizmet etmek üzere ekonomileri parçalamaktan ve sanayisizleştirmekten sorumlu. Bu müşteriler, elde ettikleri kira gelirlerinin çoğunu bankacılara ve tahvil sahiplerine faiz olarak aktarıyor.
Avrupa’nın sanayi güçlerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi sanayilerini inşa ederken izlediği politikalardan günümüze ulaşan en önemli uygulama serbest ticaret oldu. Britanya, toprak aristokrasisine karşı sanayi sınıfının verdiği 30 yıllık bir mücadelenin ardından, tarımda korumacı gümrük tarifelerini (özellikle 1815’te çıkarılan ve ucuz gıda ithalatını engelleyerek tarımsal rantları korumayı hedefleyen “Mısır Yasaları”nı) sona erdirmek amacıyla serbest ticareti hayata geçirdi.
İngiltere, 1846’da hayat pahalılığını düşürmek için bu yasaları yürürlükten kaldırdıktan sonra, bu ülkelerin endüstrilerini İngiliz ihracatına karşı savunmasız bırakmaları karşılığında pazarına erişim arayan ülkelere serbest ticaret anlaşmaları teklif etti. Amaç, daha az sanayileşmiş ülkelerin kendi hammaddelerini işleyerek değerlendirmelerinin önüne geçmekti.
Bu ülkelerde, Avrupa’dan gelen yabancı yatırımcılar rant getiren doğal kaynakları — başta maden ve arazi hakları olmak üzere — ve temel altyapıyı — özellikle demiryolları ve kanalları — satın almaya yöneldi. Böylece sanayileşmiş ülkelerde ranttan kaçınma ile kolonilerde ve diğer ev sahibi ülkelerde rant arayışı arasında keskin bir karşıtlık oluştu. Avrupa bankerleri, bağımsızlıklarını 19. ve 20. yüzyıllarda kazanan eski koloniler üzerinde borç sarmalı yoluyla mali denetim kurmak için bu farkı kullanıma soktu.
Ticaret açıklarını, kalkınma çabalarını ve derinleşen borç bağımlılıklarını finanse etmek amacıyla dış borçlanmaya giden ülkeler, bu borçları ödeyebilmek için ekonomilerinin mali denetimini tahvil sahiplerine, bankalara ve alacaklı ülke hükümetlerine devretmek zorunda bırakıldılar. Bu aktörler, söz konusu ülkeleri altyapı tekellerini özelleştirmeye zorladı. Böylece doğal kaynaklarından elde ettikleri gelirleri kendi ekonomik kalkınmalarına yönlendirmeleri engellendi.
Britanya, Fransa ve Almanya ekonomilerini feodalizmin rantiye ayrıcalıklarından kurtarmayı hedeflerken, günümüzde Küresel Çoğunluk ülkelerinin çoğu da benzer şekilde, Avrupa sömürgeciliğinden ve alacaklı tahakkümünden miras kalan rant ve borç yükünden kurtulmak zorunda.
1950’li yıllarda Küresel Çoğunluk ülkelerine “azgelişmiş” ya da daha kibirli bir biçimde “gelişmekte olan ülkeler” denmeye başlandı. Ancak dış borçlanma ile serbest ticaretin birleşimi, bu ülkelerin Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin izlediği kamu/özel dengeli kalkınma yolunu takip etmelerini engelledi.
Bu ülkelerin vergi politikaları ve diğer mevzuatları, ABD ve Avrupa’nın baskısıyla şekillendi. Uluslararası ticaret ve yatırım kurallarına uymaya zorlandılar; bu kurallar ise Batılı bankerlerin ve rant toplayıcı yatırımcıların jeopolitik tahakkümünü sürdürmelerini sağladı.
“Ev sahibi ekonomi” (host economy) terimi bu ülkeler için oldukça yerinde bir örtmece; çünkü Batı’nın bu ülkelere ekonomik nüfuzu, bir asalak gibi ev sahibi organizmanın kaynaklarını tüketen biyolojik bir paraziti andırıyor.
Bu ilişkinin sürmesini isteyen ABD ve Avrupa hükümetleri, bu ülkelerin 19. yüzyıl Avrupası’nda görülen siyasi ve mali reformlarla benzer bir kalkınma sürecine girmelerini engelliyor.
Bu ülkeler kendi topraklarına, doğal kaynaklarına ve temel altyapılarına dayalı olarak büyüme potansiyellerini geliştirmek ve egemenliklerini tesis etmek için siyasi ve mali reformları hayata geçirmedikçe, dünya ekonomisi Batılı rantiye devletler ile onların Küresel Çoğunluk’taki ev sahibi ülkeleri arasında ikiye bölünmüş, neoliberal dogmaya bağlı bir düzlemde kalacaktır.
Çin modelinin başarısı neoliberal düzen için bir tehdit oluşturuyor
ABD’li siyasi liderler, Çin’i Batı için varoluşsal bir tehdit olarak işaret ederken, aslında askeri bir tehditten değil, bugünün ABD destekli neoliberal dünya düzenine karşı başarılı bir ekonomik alternatif sunmasından söz ediyorlar.
Bu düzen, serbest ticaretin, devlet müdahalesinden arındırılmış piyasa ilişkilerinin ve sermaye hareketlerinin sınırsız özgürlüğünün “tarihin sonu”nu temsil eden üstün bir mantıkla dünya geneline yayılacağı iddiasına dayanıyordu. Ne var ki bu iddia, Batı ekonomileri neoliberal finans kapitalizminin dinamikleri nedeniyle sanayisizleşme sürecine girmişken ortaya atılmış, kendi kendini tatmin eden bir ideolojik dogmaydı.
Finansal ve diğer rantiye çıkar grupları, yalnızca Çin’e değil, klasik iktisatçılar tarafından tarif edilen sanayi kapitalizminin mantığına da karşı çıkıyor. Batılı neoliberal gözlemciler, Çin’in “Çin özellikleri taşıyan sosyalizm” anlayışının, klasik iktisatçıların ekonomik rantı en aza indirme hedefiyle örtüşen bir mantık sayesinde başarıya ulaştığını görmek istemiyorlar.
- yüzyılın sonlarına doğru pek çok iktisatçı, sanayi kapitalizminin bir biçimiyle sosyalizme evrileceğini öngörüyordu; zira kamusal yatırımın ve düzenlemenin artan rolü bu yönde bir eğilimi ifade ediyordu. Ekonomilerin ve hükümetlerin toprak sahipleri ile alacaklıların denetiminden kurtarılması, John Stuart Mill’in sosyal-demokrat sosyalizminde, Henry George’un toprak vergisi üzerine kurulu özgürlükçü sosyalizminde, Peter Kropotkin’in karşılıklı yardıma dayalı kooperatifçi sosyalizminde ve Marksizmde ortak bir payda olarak ortaya çıkmıştı.
Çin’in sosyalist karma ekonomi reformlarının önceki örneklerden daha ileriye gittiği nokta, para ve kredi yaratımını devletin elinde tutması, temel altyapıyı ve doğal kaynakları kamusal mülkiyetle koruması olmuştur.
Grafik 1: Bu grafik, Çin’de devlete ait şirketlerin (SOE) hangi sektörlerde faaliyet gösterdiğini göstermektedir. En büyük pay %26 ile “diğer faaliyetler”dedir. Onu %16 ile birincil sektörler (tarım, madencilik), %14 ile ulaşım, %13 ile finans, %11 ile imalat sanayi izlemektedir. Elektrik ve gaz, telekomünikasyon ve emlak sektörlerinin her biri %6 paya sahiptir. Diğer altyapı hizmetleri %2’lik bir dilimdedir. Bu dağılım, Çin’de devletin yalnızca stratejik değil, çok çeşitli alanlarda da doğrudan ekonomik faaliyette bulunduğunu göstermektedir. (çev.n.)
Çin’in izlediği kalkınma yolunun diğer ülkelere ilham verme ihtimali, ABD ve Batılı finans-kapitalist ideologlar nezdinde Çin’i, mevcut düzene karşı varoluşsal bir tehdit haline getiriyor. Zira Çin, 20. yüzyılın rantiye yanlısı, devlet karşıtı ideolojilerinin tam tersine dayanan bir reform modelini temsil ediyor.
1945-2025 arasındaki dönemde ABD’li diplomatların Bretton Woods’ta tasarladığı uluslararası jeopolitik kurallar sayesinde ABD ve diğer Batılı alacaklılara borçlanan ülkeler, ekonomik egemenliklerini yeniden kazanmak için öncelikle bu (çoğunlukla dolar cinsinden) dış borç yükünden kurtulmak zorundadır.
Bu ülkeler, Avrupa’nın sanayi kapitalizminin yüzleştiği toprak rantı sorunuyla bugün hâlâ karşı karşıya. Ancak onların toprak ve doğal kaynak rantları, çoğunlukla çokuluslu şirketlerin ve diğer yabancı mülkiyet sahiplerinin elinde. Bu aktörler, petrol ve maden haklarını, ormanları ve geniş çiftlik arazilerini gasp ederek kaynak rantı elde ediyor; dünya genelindeki petrol ve maden kaynaklarını tüketiyor ve ormanları yok ediyor.
Ekonomik egemenlik için ön koşul: Ekonomik rantı vergilendirmek
Küresel Güney ülkelerinin ekonomik özerklik kazanabilmelerinin ön koşulu, klasik iktisatçıların da tavsiye ettiği üzere, en büyük rant gelir kaynaklarını — toprak rantı, tekel rantı ve finansal getiriler — vergilendirmektir. Bu gelirlerin yurtdışına aktarılmasına izin vermek yerine, kamusal gelirin temel dayanağı haline getirilmesi gerekir.
Bu tür rantların vergilendirilmesi hem ödemeler dengelerini istikrara kavuşturur hem de altyapı yatırımları ve ekonomik modernizasyonu destekleyecek sosyal harcamalar için devlet bütçesine kaynak sağlar.
Britanya, Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi sanayi, tarım ve finansal üstünlüklerini kurarken izledikleri yol buydu. Bu, radikal bir sosyalist politika değil; sanayi kapitalist kalkınmanın temel öğelerinden biri olagelmiştir.
Bir ülkenin toprak ve doğal kaynak rantlarını kendi mali temeli haline getirmesi, emeği ve sanayiyi vergilendirmeden kamu gelirini sağlayabilmesini mümkün kılar. Bu hedefe ulaşmak için toprakların ve doğal kaynakların doğrudan kamulaştırılması gerekmez; yapılması gereken, fiilen “kazanılmış kârlar”ın ötesinde kalan ekonomik rantın vergilendirilmesidir. Adam Smith ve 19. yüzyıldaki ardıllarının ifade ettiği gibi, bu rant doğası gereği vergiye tabi olmalıdır.
Ne var ki neoliberal ideoloji, rantın vergilendirilmesini ve tekellerin ya da diğer piyasa dışı yapıların düzenlenmesini “serbest piyasa”ya yapılmış müdahaleler olarak yaftalamaktadır.
Bu yaklaşım, serbest piyasanın ranttan arındırılmış bir yapı olması gerektiğini savunan klasik iktisat anlayışını çarpıtarak, rant sömürüsünü piyasa özgürlüğü kisvesi altında meşrulaştırmaktadır. Üstelik bu rantın, alacaklı ülkelerin kendi “kurallara dayalı düzeni” aracılığıyla dayatılarak, ev sahibi ülkelerin kalkınmasını engelleyecek biçimde dışarıya aktarılması, serbest piyasa ilkeleriyle hiçbir şekilde bağdaşmaz.
Ekonomik egemenlik için ön koşul: Borçların silinmesi
Ülkelerin dış borç yükünden kurtulma mücadelesi, 19. yüzyılda Avrupa’da toprak aristokrasisinin (ve daha az ölçüde bankerlerin) ayrıcalıklarına karşı verilen mücadeleden çok daha zorludur; çünkü bu mücadele uluslararası bir boyut taşımakta ve iki yüzyıldır süregelen bir mali sömürgeleştirme düzenini ayakta tutmaya kararlı alacaklı ülkeler bloğu ile karşı karşıyadır. Bu sistem, eski kolonilerin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kalkınmalarını finanse etmek için yabancı bankalardan borçlanmak zorunda kalmalarıyla inşa edilmiştir.
1820’lerden itibaren Haiti, Meksika ve diğer Latin Amerika ülkeleriyle birlikte Yunanistan, Tunus, Mısır ve diğer eski Osmanlı toprakları, siyasi bağımsızlıklarını kazandılar. Ancak kendi sanayilerini kurabilmek için dış borç almak zorunda kaldılar. Neredeyse hemen bu borçları ödeyemez duruma geldiler. Bu da alacaklıların, bu ülkelerin maliye politikalarını denetlemek üzere parasal otoriteler kurmalarına zemin hazırladı.
- yüzyılın sonuna gelindiğinde bu ülkelerin hükümetleri, uluslararası bankacılar adına tahsilat yapan birer mali ajan haline getirilmişti. Bankerler ve tahvil sahiplerine olan finansal bağımlılık, kolonyal bağımlılığın yerini aldı ve borçlu ülkeleri, kamu maliyesinde önceliği dış borç ödemelerine vermeye zorladı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında bu ülkelerin birçoğu, savaşan taraflara hammadde tedarik etmeleri sayesinde önemli miktarda döviz rezervi biriktirebildi. Ancak savaş sonrası ABD tarafından tasarlanan — serbest ticaret ve sermaye hareketleri temelinde — dünya düzeni bu rezervleri hızla tüketti. Bu ülkeler, ticaret açıklarını kapatabilmek için yeniden borçlanmak zorunda kaldılar.
Kısa sürede, dış borçları bu ülkelerin ödeme kapasitesini aştı. Bu da IMF’nin dayattığı kemer sıkma politikaları nedeniyle yatırımların engellenmesiyle sonuçlandı. Oysa bu yatırımlar, üretkenliği ve yaşam standartlarını artırmak için gerekliydi.
Bu durum, söz konusu ülkelerin altyapı yatırımları yapmalarını, sanayi ve tarım sübvansiyonları sağlamalarını, kamu eğitimi, sağlık hizmeti ve diğer temel sosyal harcamaları finanse etmelerini olanaksız hale getirdi. Bu sorun hâlâ sürmektedir.
Bu nedenle bu ülkeler günümüzde şu ikilemle karşı karşıyadır: Ya dış borçlarını ödemeye devam ederek kalkınma imkânlarından vazgeçecekler ya da bu borçların gayrimeşru (anglosakson hukuk terimiyle “iğrenç borç” yani odious debt) olduğunu ilan edip silinmesini talep edecekler.
Grafik 2: 2022 yılı itibarıyla gelişmekte olan ülkelerin dış kamu borçlarının büyük bölümü özel alacaklılara ait olup, bu durum borcun geri ödenmesini daha pahalı ve yeniden yapılandırılmasını daha zor hale getirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde dış borcun %61’i özel alacaklılara, %26’sı çok taraflı alacaklılara ve %14’ü iki taraflı (devletler arası) alacaklılara aittir. Bölgesel dağılıma bakıldığında, Afrika’da borcun %44’ü özel, %34’ü çok taraflı ve %23’ü iki taraflı alacaklılara; Asya ve Okyanusya’da %61’i özel, %23’ü çok taraflı ve %15’i iki taraflı alacaklılara; Latin Amerika ve Karayipler’de ise %73’ü özel, %23’ü çok taraflı ve yalnızca %4’ü iki taraflı alacaklılara aittir. (çev.n.)
Mesele şudur: Borçlu ülkeler, vergi ve ticaret politikaları ile ulusal kaynakları üzerindeki dış denetimi reddederek, eşit egemen devletlerden oluşan bir uluslararası düzenin gereği olan mali ve siyasal egemenliklerini geri kazanabilecekler mi?
Bu tür bir kendi kaderini tayin hakkı, ancak bu ülkelerin ortak bir cephe kurarak birlikte hareket etmesiyle sağlanabilir.
Donald Trump’ın başlattığı gümrük tarifesi saldırganlığı bu süreci hızlandırdı; çünkü borçlu ülkelerin ABD pazarına ihracat yaparak dolar kazanma yollarını büyük ölçüde kapattı. Bu da borçlarını ödemelerinin zaten mümkün olmadığını gözler önüne serdi.
Dünya artık hızla dolarizasyonu geride bırakıyor.
ABD merkezli savaş sonrası düzene alternatif yaratma gerekliliği, ilk kez 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan Asya-Afrika Konferansı’nda dile getirildi. Daha sonra Bağlantısızlar Hareketi’nin temel talebi haline gelen bu arayış, o dönemde ciddi bir karşılık bulamadı; çünkü bu ülkelerin kendi aralarında yeterli sanayi, tarım ve finansal altyapıya dayalı bir özyeterlilik kapasitesi bulunmuyordu.
1960’larda “Yeni Bir Uluslararası Ekonomik Düzen” kurma girişimleri de aynı temel sorunla karşılaştı: Bu ülkeler, kendi başlarına hareket edebilecek kadar güçlü değildi.
Ancak bugün, Batı’nın içine girdiği borç krizi, sanayisizleşme süreci ve dolar merkezli uluslararası finansal sistemin dış ticaret ve mali yaptırımlar yoluyla silah haline getirilmesi — özellikle de “Önce Amerika” (America First) politikasıyla somutlaşan yeni gümrük tarifeleri — ülkeleri kolektif biçimde ekonomik egemenlik arayışına yöneltti. Bu egemenlik arayışı, ABD ve Avrupa’nın uluslararası ekonomik sistem üzerindeki denetiminden kurtulmayı hedefliyor.
Rusya ve Çin’in öncülüğünde şekillenmeye başlayan genişletilmiş BRICS+ topluluğu, bu yönde adım atma niyetini açıkça dile getirmeye başladı.
Çin’in başarısı, küresel ölçekte bir alternatifi mümkün hale getirmiştir
Bugün ülkelerin ulusal kalkınma süreçlerinin kontrolünü yeniden ele almalarında en büyük katalizör Çin olmuştur. Yukarıda da belirtildiği gibi, Çin’in sanayiye dayalı sosyalizmi, klasik sanayi kapitalizminin temel hedefi olan rantiye yükünü en aza indirme doğrultusunda önemli bir başarı sağlamıştır. Bunu başarmasının yolu, büyümeyi finanse edecek parayı kamu eliyle üretmek olmuştur.
Çin’in devlet bankaları aracılığıyla paranın ve kredinin yaratımını kamu mülkiyetinde tutması, finansal ve diğer rantiye çıkarların ekonomiyi ele geçirmesini ve finansal yük aracılığıyla toplumu tahakküm altına almasını engellemiştir.
Çin’in kredi tahsisine ilişkin bu başarılı alternatifi, kısa vadeli finansal kazançlar uğruna üretken sermaye oluşumunu ve yaşam standartlarını feda eden Batı’daki finansal modeli tehdit etmektedir. İşte bu yüzden Çin, mevcut Batılı bankacılık sistemine karşı varoluşsal bir tehdit olarak görülmektedir.
Batı’daki finansal sistemler, Hazine’den ve devletin düzenleyici “müdahalesinden” bağımsız hale getirilmiş merkez bankaları tarafından denetlenmektedir. Bu merkez bankalarının işlevi, ticari bankacılık sistemine likidite sağlamak, böylece bankaların faiz getirisi olan borç yaratmasını mümkün kılmaktır. Ancak bu borçlar, üretken sermaye oluşumunu desteklemek için değil, borç kaldıraçları yoluyla (yani varlık fiyatlarını şişirerek) finansal servet yaratmak için kullanılmaktadır.
Grafik 3: Bu grafik, 2009 Mart ayında başlayan ve 2019 Nisan’ına kadar süren yükseliş döneminde, varlık fiyatlarıyla (hisse senetleri, tahviller, altın vb.) reel ekonomi fiyatları (ücretler, ev fiyatları, enflasyon gibi) arasındaki enflasyon farkını göstermektedir. Mavi sütunlarla gösterilen varlık fiyatları %100 ila %400 arasında artış gösterirken, yeşil sütunlarla gösterilen reel ekonomi fiyatlarında artış oranı genellikle %50’nin altındadır. Örneğin, S&P 500 endeksi yaklaşık %400 artarken, ABD ücretleri ve ev fiyatları %20-30 civarında, genel tüketici fiyatları ise yalnızca %15-20 civarında artmıştır. Paranın değeri düşerken, bu düşüş daha çok zenginlerin sahip olduğu finansal varlıklarda fiyat artışları şeklinde kendini gösteriyor; halkın gündelik yaşamını etkileyen fiyat artışları ise çok daha sınırlı kalıyor. Bu grafik, sermaye piyasalarıyla gerçek ekonomi arasında büyüyen uçurumu ve bu uçurumun eşitsizlik yaratma potansiyelini görselleştiriyor. (çev.n.)
Sermaye kazançları — konut, arsa, hisse senetleri ve tahviller gibi varlıkların fiyatlarındaki artışlar — gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYİH) büyümesinden çok daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bankalar, bu varlıkları satın almak isteyen alıcılara kredi açarak fiyatları daha da yukarı çeker ve bu şekilde kazançlar kısa sürede katlanır.
Finansal sistemin sanayiyi desteklemesi gerekirken, tersine, sanayi şirketleri finansallaştırılmıştır. Bu süreç, ABD ve Avrupa’daki ekonomilerin sanayisizleşmesine neden olmuştur.
Finansal servet, üretim sürecine katılmadan da yaratılabilir hale gelmiştir. Faiz, gecikme cezaları, çeşitli finansal hizmet ücretleri ve sermaye kazançları bir “ürün” değildir; ancak bunlar günümüzün GSYİH istatistiklerinde üretim kalemi gibi sayılmaktadır.
Artan borç yüküne bağlı taşıma maliyetleri, emekçilerin ve işletmelerin üretimden elde ettikleri ücret ve kârlardan finansa doğru yapılan transfer ödemeleridir. Bu durum, emek ve sermayenin ürettiği mallara ve hizmetlere harcanabilecek geliri azaltarak, ekonomilerin borçla boğulmasına ve üretim kapasitelerinin daralmasına neden olmaktadır.
Alacaklı-rantiye ulusların küresel tahakkümden çıkışı önleme stratejisi
Ülkelerin rantiye yükünden kurtulmasını engellemenin en kapsamlı stratejisi, eğitim sisteminden kitle iletişim araçlarına kadar uzanan ideolojik bir kampanya yürütmek olmuştur. Amaç, toplumsal anlatıyı şekillendirerek devleti, doğası gereği baskıcı ve bürokratik bir otorite — adeta bir Leviathan — gibi sunmak; böylece kamu yararına yapılacak müdahaleleri gayrimeşru ve tehditkâr göstermek suretiyle siyasal müdahale alanını daraltmaktır.
Batı’da “demokrasi”, politik değil, daha çok ekonomik bir biçimde tanımlanmaktadır: Kaynakların, düzenleyici denetimden bağımsız bir bankacılık ve finans sektörü eliyle dağıtıldığı bir serbest piyasa olarak.
Kamu yararını gözeterek finansal ve rantiye servetleri denetleyebilecek güce sahip hükümetler, sıklıkla “otokratik” ya da “planlı ekonomi” suçlamalarıyla itibarsızlaştırılmaktadır — oysa kredi ve kaynak tahsisinin Wall Street, Londra, Paris ya da Tokyo’daki finans merkezlerinin insafına bırakılması, doğrudan finans sermayesinin kendi çıkarları doğrultusunda planlanmış bir ekonomi anlamına gelmektedir. Bu yapıların amacı, genel ekonomiyi ya da yaşam standartlarını iyileştirmek değil; parasal servet üretmektir.
ABD ve Avrupa üniversitelerinde ekonomi eğitimi alan Küresel Güney’den pek çok yönetici ve bürokrat, değer yargılarından arındırılmış (yani rant kavramını hesaba katmayan) rantiye yanlısı bir ideolojiyle biçimlendirilmişlerdir. Bu ideoloji, ekonomilerin nasıl işlediğine dair düşünme biçimlerini derinden şekillendirmektedir.
Bu anlatı, borcun bileşik faizle katlanarak nasıl ekonomik kutuplaşma yarattığını bütünüyle dışarıda bırakır. Ana akım iktisat mantığında yer verilmeyen bir diğer unsur ise, üretken ve üretken olmayan kredi/yatırım ayrımı ile kazanılmış gelir (ücret ve kârlar — yani değerin esas bileşenleri) ile kazanılmamış gelir (ekonomik rant) arasındaki temel ayrımdır.
Bu ideolojik tahakkümün ötesinde, neoliberal diplomasi; askeri müdahalelerden rejim değişikliği operasyonlarına, Birleşmiş Milletler, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumların denetim altına alınmasından ulusötesi STK ağlarının örtük müdahalelerine kadar uzanan çok katmanlı bir aygıtla, ülkelerin rantiye yanlısı mali rejimlerden ve alacaklıları önceleyen yasalardan çıkışını sistematik biçimde engellemektedir.
ABD, rant gelirlerini vergilendirmeye veya sınırlandırmaya yönelik adımlar atan hükümetlere karşı güç ve rejim değişikliği uygulamalarına öncülük etmiştir.
Şunun altı çizilmelidir: Erken dönem sosyalistlerin büyük kısmı (anarşistler istisna tutulursa), toplumsal dönüşüm hedeflerini şiddet yoluyla değil, siyasal mücadeleyle gerçekleştirmeyi savunmuştur. Tarihsel olarak şiddete başvuran taraf ise, imtiyazlarını kaybetmeyi reddeden ve bu imtiyazların dayandığı servet ve iktidar düzenini korumak için reform girişimlerine karşı direnen egemen çıkar grupları olmuştur.
Egemen olabilmek için, ulusların kendi ekonomik, parasal ve siyasal gelişimlerini yönetebilecekleri bir alternatif yaratmaları gerekir. Ancak Amerikan diplomasisi, gerekli vergi reformlarını ve güçlü bir kamu düzenleyici otoritesini hayata geçirme girişimlerini, ABD’nin uluslararası finans ve ticaret üzerindeki denetimi açısından varoluşsal bir tehdit olarak görmektedir.
Bu durum, savaşsız bir biçimde reform yapmanın ve güçlü bir kamu ekonomisi inşa etmenin mümkün olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor. Ülkelerin, Sovyetler Birliği, Çin ve diğer bazı örneklerde olduğu gibi, dış destekli toprak sahiplerine ve alacaklılara karşı verdikleri mücadeleyle şekillenen devrimler olmadan ekonomik egemenliğe ulaşıp ulaşamayacağı sorusu, bugün de geçerliliğini koruyor.
Ekonomik egemenliğin askeri tehditlere karşı korunmasının tek yolu, karşılıklı destek temelinde inşa edilmiş bir ittifaka katılmaktır. Aksi takdirde ülkeler, Küba, Venezuela ve İran gibi izole edilebilir ya da Lia gibi tamamen yok edilebilir.
Benjamin Franklin’in de dediği gibi: “Birlikte durmazsak, ayrı ayrı asılırız.”
Amerikalı yazarlar, diğer ülkelerin ekonomik egemenliklerini sağlamak üzere bir araya gelme çabalarını, bir “medeniyetler savaşı” olarak tanımlamaktadır. Bu gerçekten de bir medeniyet mücadelesidir — ancak saldırgan olan taraf, ABD ve müttefikleridir. Çünkü onlar, ABD destekli diplomatik tahakküm altındaki ev sahibi ülkelerden gelen devasa rant ve borç hizmeti akışını sağlayan bu düzenden çekilmeye çalışan ülkelere karşı savaş yürütmektedir.
ABD merkezli finansal sömürgecilik, Avrupa’nın doğrudan sömürge işgalinin yerini nasıl aldı?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yerleşimci devlet tipi klasik sömürgecilik dönemi sona erdi ve yerini finansal sömürgeciliğe bıraktı. Bu yeni dönemde, uluslararası ekonomi ABD liderliğinde dolarize edildi.
1945’te oluşturulan Bretton Woods sistemi, çokuluslu şirketlerin toprak, doğal kaynaklar ve kamu altyapısı üzerinden elde ettikleri ekonomik rantların ev sahibi ülkelerin mali denetiminden kaçırılmasını mümkün kıldı. Bu sistemde hükümetler, yabancı alacaklıların tahsilat memurları ve yabancı yatırımcıları halkın rantı vergilendirme girişimlerinden koruyan kolluk güçleri konumuna indirgenmiş oldu.
Amerika Birleşik Devletleri, dünya ticaretini bir silah olarak kullanabildi çünkü petrol ihracatını, Amerikan ve müttefiklerine ait şirketler (nam-ı diğer Yedi Kız Kardeş) aracılığıyla tekelleştirdi. Aynı zamanda, ABD ve Avrupa’nın tarımsal korumacılığı ile Dünya Bankası’nın “yardım” politikaları, gıda açığı çeken ülkeleri kendilerini besleyecek tahıl üretimi yerine, tropikal plantasyon ürünlerine yöneltti.
Başkan Bill Clinton’ın 1994’te imzaladığı NAFTA Serbest Ticaret Anlaşması, Meksika’nın pazarını düşük fiyatlı (ve devlet sübvansiyonlarıyla desteklenen) Amerikan tarım ürünleriyle doldurdu. Sonuç olarak Meksika’nın tahıl üretimi çöktü ve ülke dışa bağımlı hale geldi.
Hükümetlerin, kendi ülkelerine zarar veren yabancı yatırımcılardan tazminat talep etmelerini ya da bu yatırımcılara vergi ve yaptırım uygulamalarını engellemek amacıyla, günümüzün rantiye güçleri “Yatırımcı-Devlet Uyuşmazlık Çözüm Mekanizması” (ISDS) mahkemelerini yarattı. Bu sistem, vergi artışları ya da düzenlemeler yoluyla yabancı mülkiyete ait gelirleri azaltan her türlü uygulama için ev sahibi ülkelerin yatırımcılara tazminat ödemesini zorunlu kılmaktadır. (Bu konunun ayrıntılarını, 2022 tarihli The Destiny of Civilization [Medeniyetin Kaderi] adlı kitabımın 7. bölümünde sundum.)
Bu mekanizma, yabancıların sahip olduğu toprak ve doğal kaynaklardan elde edilen ekonomik rantın vergilendirilmesini engelleyerek ulusal egemenliği doğrudan baskı altına almaktadır. Sonuç, bu kaynakların ait olduğu ülkenin değil, yatırımcı ülkenin ekonomisine dahil edilmesidir. (Örneğin Suudi Arabistan’ın petrol şirketi Aramco, bağımsız bir tüzel kişilik değil, Standard Oil of New York’un [ESSO] bir şubesiydi. Bu teknik ayrıntı, gelir ve giderlerinin ana şirketin ABD bilançosunda konsolide edilmesini sağlıyor, böylece ABD’deki gelir vergisinden fiilen muaf hale geliyordu — oysa tükenen kaynak, Suudi petrolüydü.)
Diğer ülkeler, ABD’nin savaş sonrası uluslararası düzeni şekillendirmesine, Birleşmiş Milletler Şartı’nda vaat edilen barış, serbest ticaret ve sömürge sonrası egemenliğe destek vaatlerine güvenerek izin verdiler. Ancak ABD, bu güveni askeri harcamalara ve içerideki mali spekülasyon bağımlılığına harcayarak boşa çıkardı.
Bugün ABD’nin küresel hâkimiyeti, sanayi üretimiyle değil, çıkarlarını tehdit eden ülkelere ekonomik yaptırımlar ve siyasal istikrarsızlık tehditleriyle baskı kurabilmesiyle sürdürülmektedir.
ABD, istediği zaman korumacı tarifeler ve ithalat kotaları uygulayabiliyor; tarımı ve stratejik teknolojileri, küresel düzeyde yüksek teknoloji tekeli oluşturmak üzere yoğun biçimde sübvanse ediyor. Buna karşın, diğer ülkelerin — özellikle de Küresel Güney’in — benzer “sosyalist” ya da “otoriter” politikalarla kendi rekabet güçlerini artırmaları engelleniyor. Bu durum, ABD’nin kendi kurallarını “uluslararası hukuk” yerine geçirdiği çifte standartlı bir sistem doğuruyor.
1930’larda Franklin D. Roosevelt döneminde uygulamaya konan ABD’nin tarımsal fiyat destek politikası, bu çifte standarda örnek teşkil eder. Bu politika, tarımı ABD’de en fazla sübvanse edilen ve korunan sektör haline getirmiştir. 1962’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun benimsediği Ortak Tarım Politikası (CAP) da bu modele dayandırılmıştır.
Ancak ABD diplomasisi, başta Küresel Güney ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin, temel gıda üretiminde kendine yeterlilik hedefiyle kendi korumacı sübvansiyonlarını ve ithalat kotalarını uygulama girişimlerine karşı çıkmaktadır. Buna karşın, yukarıda belirtildiği gibi, ABD’nin “yardım kredileri” ve Dünya Bankası, Küresel Güney ülkelerine tropikal plantasyon ürünleri ihracatı yapmaları için ulaşım ve liman altyapısını finanse etmektedir.
ABD dış politikası, Latin Amerika başta olmak üzere Küresel Güney’in birçok bölgesinde aile çiftçiliği ve toprak reformlarına sistematik biçimde karşı çıkmış, çoğu zaman bu karşıtlığı şiddet yoluyla yürütmüştür.
Çok kutuplu bir dünya düzenine doğru
Rusya’nın uzun süredir Amerika Birleşik Devletleri’nin başlıca askerî rakibi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, tek kutuplu Amerikan düzenine karşı çıkan öncü ülke olması şaşırtıcı değildir.
Haziran 2025’te, ABD’nin neoliberal düzenine karşı çok kutuplu bir alternatifi savunan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 19. ve 20. yüzyıllarda sömürgecilikten kurtulup siyasi bağımsızlıklarını kazanan, ancak bugün kurtuluşlarını tamamlamak üzere bir sonraki görevin eşiğinde olan ülkelerin içinde bulunduğu durumu şu şekilde ifade etti:
“Afrikalı dostlarımız, ekonomilerinin tamamının hâlâ büyük ölçüde bu ülkelerden doğal kaynakların emilmesine dayandığının farkına giderek daha çok varıyorlar. Değer yaratan her şey, Batı’nın eski metropollerine ve Avrupa Birliği ile NATO üyesi ülkelere aktarılıyor.”
Lavrov, Batı’nın Yugoslavya, Irak ve Lia’da olduğu gibi — ve bugün İran’da olduğu gibi — yasadışı tek taraflı yaptırımları giderek daha fazla askerî saldırıların habercisi olarak kullandığını, adil rekabeti baltalayan tarifelerle ticaret savaşları başlattığını, başka ülkelerin egemen varlıklarına el koyduğunu ve kendi para birimlerinin ve ödeme sistemlerinin küresel rolünü kötüye kullandığını söyledi. Batı, Soğuk Savaş sonrası çıkarlarını ilerletmek üzere geliştirdiği küreselleşme modelini fiilen gömmüştür.
ABD Senatosu’nda Donald Trump’ın Dışişleri Bakanlığı için adaylığının onaylandığı oturumlarda Marco Rubio da benzer bir değerlendirmede bulundu: “Savaş sonrası küresel düzen yalnızca işlevsizleşmiş değil, artık doğrudan bize karşı bir silah haline gelmiştir.”
1945’te dış ticaret ve yatırım kurallarını belirleyen ABD, bu kuralları bugün kendisi ihlal etmektedir. Başkan Trump’ın tek taraflı tarifeleri, hem Yeni Soğuk Savaş’ın askerî maliyetlerini diğer ülkelere yüklemeyi — yani Amerikan silahlarını satın alıp vekil ordular kurmalarını sağlamayı — hem de ABD’nin sanayileşmiş gücünü yeniden canlandırmayı hedefliyordu. Bu hedef, ülkeleri sanayilerini ABD’ye taşımaya ve yeni gelişmekte olan teknolojiler üzerinde ABD’li şirketlerin tekelci rant elde etmelerine izin vermeye zorlamak şeklinde somutlaştı.
Amerika Birleşik Devletleri, dünya ticareti ve yatırımı üzerinde yalnızca kendi lehine işleyen tekel haklarını ve buna bağlı rantiye ayrıcalıklarını empoze etmeye çalışmaktadır. Trump’ın “Önce Amerika” diplomasisi, diğer ülkelerin ticaret, ödeme ve borç ilişkilerini kendi para birimleriyle değil, ABD doları üzerinden yürütmesini dayatmaktadır.
ABD’nin “hukuk devleti” tanımı, esasen ABD’nin tek taraflı olarak ticaret ve mali yaptırımlar uygulamasına ve diğer ülkelerin kimlerle, nasıl ticaret yapabileceklerine ya da yatırım ilişkisi kurabileceklerine karar vermesine izin veren bir düzenlemeler bütünüdür. Bu dayatmalara uymayan ülkeler, dolar rezervlerine el konulması ve ekonomik kaosla tehdit edilmektedir.
ABD’nin bu dış tavizleri alma gücü artık sanayi liderliği ya da finansal gücünden değil; diğer ülkelerde istikrarsızlık yaratma kapasitesinden beslenmektedir. Kendini “vazgeçilmez ulus” olarak ilan eden ABD, küresel ticareti sabote etme becerisi sayesinde, geçmişte sahip olduğu uluslararası parasal ve diplomatik üstünlüğü sürdürmeye çalışmaktadır.
Bu gücün kökeninde 1945 itibariyle ABD’nin sahip olduğu dünyanın en büyük altın rezervleri, en büyük alacaklı ülke ve sanayi ekonomisi konumu ile 1971 sonrası dolara dayalı hegemonyası yatıyordu. Bu hegemonya büyük ölçüde ABD mali piyasalarının diğer ülkeler için rezerv para saklamak açısından en güvenli alan olarak görülmesine dayanıyordu.
Ancak artık bu tarihsel avantajların oluşturduğu diplomatik atalet, 2025’in gerçekliğini yansıtmamaktadır. Bugün ABD’nin sahip olduğu şey, dünya ticaretini, tedarik zincirlerini ve SWIFT dahil uluslararası ödeme sistemlerini bozma yeteneğidir.
ABD ve Avrupa’nın Rusya’ya ait 300 milyar dolarlık rezerv varlığa el koyması, Amerikan finansal sisteminin güvenilirliğini zedelemiştir. Öte yandan, ABD’nin kronik dış ticaret ve ödemeler dengesi açıkları, 1945-2025 dünya düzeninin başlıca kazananı olmasını sağlayan uluslararası para sistemi ve serbest ticaret yapısını tehdit etmektedir.
Grafik 4: Bu grafik, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1970’ten 2023’e kadar olan cari işlemler dengesini (yani ülkenin dış dünyayla yaptığı ekonomik işlemlerden elde ettiği gelir ile yaptığı harcamalar arasındaki farkı) göstermektedir. Sıfır çizgisi, gelirin gideri karşıladığı noktayı temsil eder. Sıfırın üzerindeki dönemlerde ABD dış ticaret fazlası verirken, altındaki dönemler cari açık dönemleridir. 1980’lerin başından itibaren ABD’nin dış ticaretinde sürekli açık verdiği görülüyor; bu açık özellikle 2000’lerde derinleşmiş ve GSYİH’nın %6’sına kadar ulaşmıştır. Grafik ayrıca gri alanlarla gösterilen ekonomik durgunluk dönemlerini de içermektedir. Bu tablo, ABD ekonomisinin uzun süredir dışa bağımlı bir yapı gösterdiğini ve üretimden çok tüketime dayalı bir ekonomik modelle giderek daha fazla dış kaynak kullandığını ortaya koymaktadır. (çev.n.)
Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna temel oluşturan — ve 1648 tarihli Vestfalya Barışı’na dayanan — ulusal egemenlik ve iç işlerine karışmama ilkesi doğrultusunda, Lavrov yukarıda anılan konuşmasında şu vurguyu yapmıştır:
“Batı’nın denetleyemeyeceği dış ticaret mekanizmaları kurmak gerekiyor — ulaştırma koridorları, alternatif ödeme sistemleri ve tedarik zincirleri gibi.”
Amerika’nın kurduğu Dünya Ticaret Örgütü’nü nasıl felç ettiğine dair bir örnek vererek şöyle devam etmiştir:
“Amerikalılar, onlarca yıl boyunca egemen oldukları küreselleşmiş sistemin — adil rekabet, dokunulmaz mülkiyet hakları, masumiyet karinesi gibi ilkelere dayalı sistemin — artık rakiplerine, özellikle de Çin’e de fayda sağladığını fark edince, sert önlemler aldı. Çin, kendi kurallarıyla sahada onları yenmeye başlayınca, Washington WTO’nun Temyiz Organı’nı bloke etti. Gerekli sayıyı sağlayacak üyeyi atamayarak bu kilit uyuşmazlık çözüm mekanizmasını devre dışı bıraktı — ve bu yapı hâlâ çalışmıyor.”
ABD, BM, IMF ve Dünya Bankası’ndaki veto hakkı sayesinde, kendi milliyetçi politikalarına yönelen dış muhalefeti bloke edebilmiştir. Bu kurumlardaki veto hakkı olmasa dahi, ABD’li diplomatlar, bu örgütlerin kendi dış politikalarına sadık olmayan yöneticilerini ya da yargıçlarını atamayı reddederek, kurumların bağımsız hareket etmelerini engellemiştir.
Nükleer silahların yayılmasını denetlemekle görevli Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) son örneklerden biridir. İran, Ajans Başkanı Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail istihbaratına İranlı nükleer bilim insanlarının isimlerini ve bombalanan zenginleştirme tesislerinin koordinatlarını verdiğine dair belgeler yayımlamıştır.
ABD’nin veto hakkı, BM Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırılarını kınamasını da engellemiştir. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu hakkında savaş suçu ve insanlığa karşı suç — yani soykırım — işlediği gerekçesiyle dava açtığında, ABD yetkilileri UCM’ye yaptırım uygulamış ve savcının görevden alınmasını talep etmiştir.
Bugün dünya artık uluslararası hukukla değil, Amerikan gücünün ekonomik ya da askerî seyrine göre değişebilen tek taraflı ABD kurallarıyla yönetilmektedir.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, bu yeni durumu 2022 yılında şöyle özetlemiştir:
“Batılı ülkeler yüzyıllardır özgürlük ve demokrasiyi başka ülkelere getirdiklerini iddia ediyor. Oysa tek kutuplu dünya düzeni doğası gereği anti-demokratiktir ve özgürlükten yoksundur; baştan aşağı sahte ve ikiyüzlüdür.”
Amerika, dünyadaki uzun süreli hegemonik konumunu kendi içindeki demokrasi, serbest piyasa ve fırsat eşitliği sayesinde elde ettiğini savunur. Bu anlatıya göre, Amerikan seçkinleri tasarruf ve krediyi en verimli şekilde yönettikleri için toplumun en üretken üyeleri olarak yükselmişlerdir.
Gerçekte ise ABD, giderek kalıtsallaşan bir rantiye oligarşiye dönüşmüştür. Bu oligarşinin üyeleri, asıl servetlerini rant getiren mülkleri (toprak, doğal kaynaklar ve tekel hakları) edinerek ve bu mülklerin değer artışından kâr sağlayarak elde etmektedir. Bu rantların büyük bölümü ise faiz ödemeleri yoluyla bankacılara aktarılmakta, finans sektörü de bu yeni oligarşinin başlıca yönetici sınıfı haline gelmektedir.
Özet
Küresel Çoğunluğun nasıl bir ekonomik ve siyasal sistemle yoluna devam edeceğine dair esas çatışma, yeni yeni ivme kazanmaktadır.
Küresel Güney ülkeleri ve diğer birçok ülke öylesine derin bir borçluluğa itilmiştir ki, bu borçların sadece faiz yükünü karşılayabilmek için kamu altyapılarını satmak zorunda kalmışlardır. Doğal kaynaklar ve temel altyapılar üzerindeki denetimi yeniden kazanmak; toprak, doğal kaynaklar ve tekeller üzerindeki ekonomik ranta vergi koyma hakkını; yabancı petrol ve madencilik şirketlerinin neden olduğu çevresel tahribatların giderilmesi için tazminat talep etme hakkını; ve alacaklıların geri ödemesi mümkün olmayan koşullarda verdikleri kredilerden doğan borç yüklerinin silinmesi ya da iptali gibi mali yeniden yapılandırmaları uygulayabilme hukukunu gerektirmektedir.
ABD’nin “evanjelik” retoriği, dünya ekonomisindeki yaklaşan siyasal ve ekonomik kırılmayı “Medeniyetler Çatışması” olarak tasvir etmektedir; bu anlatıda “demokrasiler”, yani ABD’nin politikalarını destekleyen ülkeler ile “otokrasiler”, yani bağımsız hareket eden ülkeler karşı karşıya getirilmektedir.
Oysa bu ayrışmayı daha yerinde bir şekilde, ABD ile Avrupa ve diğer Batılı müttefiklerinin ‘medeniyet’e karşı yürüttüğü bir mücadele olarak tanımlamak gerekir — eğer medeniyet, devletlerin kendi halklarının yararına, ortak uluslararası kurallar ve değerler çerçevesinde, kendi yasalarını ve vergi rejimlerini belirleme hakkıysa.
Batılı ideologların “demokrasi” ve “serbest piyasa” dediği şey, gerçekte saldırgan bir rantiye-finans emperyalizmidir. Ve onların “otokrasi” olarak yaftaladıkları şey, Batılı oligarşilerde giderek derinleşen aşırı zengin rantiye sınıf ile yoksullaşan geniş halk kitleleri arasındaki uçurumu engelleyebilecek kadar güçlü bir devlettir.
Kaynak: https://www.geopoliticaleconomy.report/p/michael-hudson-global-majority-us-financial-colonialism
Not: Kesintisiz Faaliyet, çevirisini yayınladığı makalelerde aktarılan tüm görüşleri benimsemek zorunda değildir. Amacımız ilginç veya faydalı olabileceğini düşündüğümüz çeşitli görüşleri/perspektifleri paylaşmaktır.