Laura Robson, 1948 sonrasında yerinden edilmiş Avrupalılar ile Filistinliler arasında ayrım yapmanın bir yolu haline gelen “Filistinli mülteciler” kavramının yaratılışını anlatıyor.
İkinci Dünya Savaşı acımasız bir şekilde sona ererken, dünyanın gerçekten de yeniden yaratılmaya ihtiyacı varmış gibi görünüyordu. Savaşın destansı göçleri hala çözümlenmemişti; Avrupa’nın büyük bir kısmı harabeye dönmüştü; ve Orta Doğu’da başka bir kitlesel mülksüzleştirme yaşanmaktaydı. Bu kez yükselen Amerikan İmparatorluğu, kendi emperyal genişlemesini desteklemek amacıyla, tıpkı öncekiler gibi, çağın çoklu mülteci krizlerine yönelik enternasyonalist “çözümler” inşa etmede başı çekecekti.
Savaşın sonunda Avrupa, birçoğu, savaş zamanı Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi tarafından geçici kamplar olarak tasarlanan yerlerde tutulan milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapıyordu. Çatışmaların durmasıyla birlikte, mültecilerle ne yapılacağı, sorusu daha da acil hale geldi. Müttefik ülkeler artık evsiz Avrupalı Yahudileri kabul etmeye savaş ve Holokost öncesinden daha isteksiz oldukları için bu her zamanki kadar zor oldu. Bu nedenle Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi, yetkisi altındaki yerinden edilmiş insanların çoğuyla, bazen mültecilerin kendi iradeleri dışında gerçekleştirilen tartışmalı geri gönderme uygulaması aracılığıyla ilgilenmiştir.
Yine de Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi kapılarını kapattığında hala kamplarda mahsur kalan azınsanmayacak bir çekirdek nüfus vardı. Ardılı olan yeni Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO), ilhamını BMYRM’nin geri dönüş yaklaşımından değil, daha önceki iki savaş arası mülteci politikalarından almıştır.1946’dan sonraki birkaç yıl içinde, IRO’nun kalan mültecileri Avrupa kamp sisteminden çıkarmak için birincil stratejisi, mültecileri (sağlıklı beyaz Hıristiyan türünü ayrıcalıklı kılarak) hem Avrupa içinde ama özellikle de dışında çeşitli türde ağır işlerle ilişkilendiren, ırka dayalı bir küresel istihdam planının inşası.
IRO’da kanıtlarını gördüğümüz ırk bilinci, giderek resmileşen enternasyonalist mülteci rejiminde daha da merkezi hale geliyordu ve bu gelişme, bir sonraki büyük küresel göç krizlerine verilen yanıtta da son derece belirgindi. İlk olarak, yeni Birleşmiş Milletler, Hindistan’ın bölünmesinin ardından yaşanan vahşi zorunlu göçü, mülteci değil iç göç üreten salt bir iç siyasi sorun olarak ilan ederek, bu durumu değerlendirmekten kaçınmayı başarmıştır. Ardından, 1948’de, demografik olarak bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonist güçler, İngiltere’nin Filistin üzerindeki mandasını, yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e bırakacağını açıklamasının ardından, yedi yüz elli bin Filistinli Arap’ı şimdiki İsrail topraklarından sürdüler.
Avrupalı olmayan yeni bir mülteci kriziyle karşı karşıya kalan BM, bu felaketin ortaya çıkmasındaki merkezi rolü göz önünde bulundurulduğunda, bundan kolayca kaçamazdı. Sonraki birkaç yıl, savaş yıllarında Avrupa’da yerlerinden edilen ve bir tür yasal başvuruya ihtiyaç duyan kişiler olarak tanımlanan normatif “mülteciler” ile siyasi bir çözüm bekleyen ve bu nedenle maddi yardıma uygun olan ancak yasal yardım, sığınma veya siyasi savunuculuğa uygun olmayan “Filistinli mülteciler” arasında ayrım yapan uluslararası bir hukuk sisteminin inşasına tanık oldu.
Bu, iki farklı şekilde inşa edilmekte olan küresel mülteci rejimi için temel teşkil edecek olan yenilikçi bir ayrımdı. İlk olarak, “Filistinli mülteci” yasal kategorisinin oluşturulması, Filistinlileri ev sahibi Arap ülkelerine hapsetmek gibi pratik bir etki yaratmakla kalmadı. Aynı zamanda, bu kez esas olarak Amerikan ekonomik ilerlemesinin çıkarları doğrultusunda, mülteci emeğinin bölgesel kullanımı için yeni olanaklar yarattı. “Filistinli mültecilere” yerinde yardım sağlamak amacıyla 1949 yılında kurulan ve çoğunlukla Amerikan finansmanıyla çalışan Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA), ilk yıllarında Filistinlilerin Orta Doğu’daki Amerikan destekli endüstriyel işlerinde kitlesel olarak istihdam edilmesi için yoğun baskı yaptı. Yerinden edilmiş insanları Mısır, Ürdün ve Körfez’deki dış destekli “Üçüncü Dünya” kalkınma projelerinde işçi olarak kullandı. Bu, Soğuk Savaş dönemi “Üçüncü Dünya” kalkınmacılığının siyasi ve ekonomik hedeflerine kilitlenmiş, mülteci istihdamına yönelik eski Lig ve Uluslarası Mülteci Örgütü (IRO) programlarının yeni bir versiyonuydu.
Daha da önemlisi, Filistinlilerin bu yeni ortaya çıkan uluslararası sistemde ayrı bir hukuki kategori olarak tanımlanması dikkat çekici bir olasılığı gündeme getirdi: uluslararası toplum, mülteci haklarını savunduğunu iddia ederken, sadece farklı mülteci türleri arasında hukuki bir ayrım yaparak mültecilerin yeniden yerleştirilmesini etkin bir şekilde kontrol edebilir. Bu hukuki ayrım şeması, mülteciliğin parametrelerini resmen tanımlayan ve bu niteliklere sahip olanlar için bir dizi hak tesis eden ve “Filistinli mülteciye” sunulan daha az korumaya karşılık muhtemelen normatif bir Avrupalı “mültecinin” haklarını özenle inşa eden, çok övülen 1951 tarihli Mültecilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme için önemli bir dayanak oluşturdu.
Mülteciler Yüksek Komiseri Sadako Ogata’nın yıllar sonra dile getireceği gibi, Sözleşme yerinden edilmiş kişilere sağladığı güvenceler nedeniyle insani bir zafer olarak nitelendirilerek, “20. yüzyılın olağanüstü başarılarından biri” olarak tanımlandı. Ancak sözleşmenin mülteci türleri arasında yaptığı ayrım, pek de faydalı olmayan bir durum ortaya çıkarmıştı. Bu açıklayıcı prosedürel model, uluslararası mülteci yardımı uygulamasında ırkın artan merkeziliğini açıkça kabul etmese de; özünde bu, yeni bir ülkeye yerleşme hakkına sahip, yerinden edilmiş Avrupalılar ile az ya da çok kalıcı bir denetime tabi tutulması öngörülen Avrupalı olmayanlar arasındaki ayrıma dayalıydı.
Çeviri: Kesintisiz Faaliyet Çeviri Kolektifi
Kaynak: https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-creation-of-a-new-refugee