Çeviri: Kesintisiz Faaliyet Çeviri Kolektifi
Tariq Ali: Gazze ile başlayalım. Umut ediyorum ki İsrail’in bu savaşının son aşamasındayızdır. Kurban sayısı yüz binleri bulacak, belki de yarım milyona dayanacak. Hiçbir Batılı ülke bu savaşı durdurmak için anlamlı bir çaba göstermedi. Geçen ay Trump, İsraillileri İran’la ateşkes anlaşması imzalamaya zorladı; İsrail bunu bozunca da çok öfkelendi ve o meşhur laflarından birini etti: “Ne halt ettiğini bilmiyorlar.” Ama asıl soru şu: sence Amerikalılar ne halt ettiklerini biliyor mu?
Jean‑Luc Mélenchon: Bu devletlerin mantığını anlamaya çalışmalıyız. Trump deli ama bu yetmez; Avrupalılar korkak olabilir ama yine yetmez; yaptıkları her neyse uzun vadeli, sistematik bir planın parçası. Bu planın iki hedefi var: Birincisi, Orta Doğu’yu yeniden organize ederek Küresel Kuzey ülkelerine petrol erişimini garantilemek; ikincisi ise, Çin’le savaş için uygun ortamı hazırlamak.
Birincisi İran–Irak savaşı kadar eskiye gidiyor; ABD, Saddam Hüseyin’i İran devrimini sınırlamak için bir araç olarak kullandı. SSCB çöktüğünde Körfez Savaşı başladı. Baba Bush “yeni dünya düzeni”ni ilan etti. Başından beri görüşüm şuydu: amaç petrolü ve doğalgaz boru hatlarını kontrol altına almak ve ABD’nin enerji bağımsızlığını korumak amacıyla, kayaç çatlatma yöntemiyle çıkarılan petrolün kârlılık eşiğinde kalmasını sağlayacak şekilde fiyatların yeterince yüksek tutmaktı. Bu imparatorluk ideallerini anladığımızda, diğer olayları rahatça anlamlandırabiliriz. ABD 2001’de Afganistan’ı işgal ettikten sonra ne yaptı? İran’dan geçmesi planlanan boru hattı projesini fiilen durdurdu. Benzer şekilde, Suriye’de DAİŞ eliyle yürütülen savaş da esasen enerji boru hattı güzergâhları üzerinde verilen bir çıkar savaşıydı. Burada tutarlı bir çizgi görüyoruz: imparatorluk ancak belli kaynakları kontrol edebilirse devam edebilir. ABD bugün İsrail’le birlikte Ortadoğu haritasını yeniden çiziyor. bu işin karşılığında ona Büyük İsrail projesinde destek veriyor. Gazze ve diğer yerlerde Filistinlilerin ortadan kaldırılması bu projenin bir parçası. Avrupa ve ABD bu savaşı durdurmak isteseydi, savaş 7 Ekim sonrası 3-4 gün içinde biterdi. Ama yirmi aydır sürüyor. Yani Amerikalıların ne yaptıklarını bilmediği söylenemez. Hepsi planlı, koordineli. ABD ve Netanyahu birlikte organize ediyor.
Tariq Ali: Amerika’nın planının ikinci kısmının Çin’le çatışmaya dair olduğunu söylemiştin. Bugün birçok liberal ve sol-liberal, Orta Doğu’daki gelişmeler karşısında nihayet geri adım atıyor ve esas odak noktamızın Çin olması gerektiğini dile getiriyor. Ancak onlar şu gerçeği göremiyorlar: Asıl hedef zaten Çin. Çünkü senin de dediğin gibi, eğer İran düşerse ve ABD bölgedeki tüm petrol kaynaklarını ele geçirirse, bu temel emtianın küresel dolaşımını da kendi denetimine almış olacak. Bu da Pekin’i buna muhtaç hale getirip frenlemede işe yarayacaktır. ABD’nin Orta Doğu stratejisi mantıksız görünebilir; ama derin bir akıl var: doğrudan savaşa girmektense Çin’le böyle mücadele etmek daha akıllıca. Bu mantık Doğu’da büyük sorunlara yol açtı. Haziran’daki NATO zirvesine ABD’nin büyük askeri üslerine sahip iki ülkenin, Japonya ve Güney Kore’nin liderlerinin ikisinin gelmediğini fark ettin mi?
Jean‑Luc Mélenchon: ABD–Çin çatışması ticaret ve kaynak ağlarını hedefliyor. Bazı açılardan Çin zaten kazandı; çünkü dünya tüketiminin çoğunu onlar üretiyor. Sıcak savaş istemiyorlar, zaten güçlerinden memnun durumdalar. Ama bu bir güç olduğu kadar bir zayıflık da içeriyor: Örneğin, İran petrolünün %90’ı Çin’e gittiğinde, Hürmüz Boğazı’nın bloke edilmesi, önemli tedarik zincirlerini kesecek ve Çin üretiminin büyük bir bölümünü durma noktasına getirecektir. Bu nedenle Batı, sıcak savaş yerine soğuk savaş, kuşatma ve kapsama stratejilerini tercih ediyor. Ama sınırlar kolayca aşılabilir. Biden’ın bir ekonomi danışmanı “Çin’le rekabette ticari çözüm yok” dedi; yani tek yol askeri çözüm. Japonya ve Güney Kore konusuna gelince, bölge güçleri Çin’le ilişkileri güçlendiriyor. Vietnam, ABD bloğuna girmesi beklenen bir ülkeydi ama Çin’le anlaşma imzaladı. Tüm gerilimlere rağmen Hindistan da imzaladı. Buradaki arka plan, Asya’nın büyük bölümünde kapitalizmin hala dinamik ticaret ve üretim güçleri tarafından tanımlanması, buna karşılık ABD’de yağmacı ve haraççı bir karaktere bürünmüş olmasıdır. Yani Washington şimdi gücünü dünyanın geri kalanının haraç ödemesini sağlamak için kullanmaya çalışıyor, bahsettiğiniz NATO toplantısında da açıkça görüldüğü gibi, her devletin GSYİH’sının %5’ini savunmaya harcaması gerektiğine karar verdi. Bu para elbette yurt içinde uçak veya denizaltı yapmak için kullanılmayacak, daha çok Amerika’dan silah sistemleri satın almak için kullanılacak.
Bir keresinde Çinli bir liderle ilginç bir konuşma yapmıştım. Ona Çin’in aşırı elektrikli otomobil üretimiyle Avrupa pazarını doldurduğunu söylediğimde, ‘Bay Mélenchon, dünyada çok fazla elektrikli otomobil olduğunu düşünüyor musunuz?’ diye yanıtladı. Tabii ki ‘hayır’ cevabını vermek zorunda kaldım. Sonra şöyle dedi: ‘Sizi ürünlerimizi satın almaya zorlamıyoruz; onları satın almak isteyip istemediğiniz size kalmış.’ Orada bana serbest ticaretin faydalarını anlatan bir komünist vardı. Bu, ABD ve Çin söz konusu olduğunda, iki farklı kapitalist birikim biçimi arasında bir rekabet olduğunu hatırlattı- Çin ekonomik modelini basitçe kapitalist olarak tanımlamak indirgemeci olsa bile. Askeri güçler dengesi hakkında sorduğumda ise Çin’in elverişli bir durumda olduğunu söyledi, çünkü onun dediği gibi, “Çin’in cephesi Çin Denizi iken Amerika’nın cephesi tüm dünyadır.”
Yani Çin’le mücadele zaten başladı ama halâ hazırlık evresindeyiz. ABD savaş gemileri ve silahları tüm dünyada. Bir saldırı öncesi yeniden bir araya gelecekler. Yani önümüzde hala birkaç yıl, bir fırsat penceresi var. Fransa, küresel güç dengesine müdahale edebilecek askeri ve maddi kaynaklara sahip bir ülke olmaya devam ediyor. Bir gün, kendi iç üretimimiz ve dış politikamız üzerinde egemenlik iddia edebilecek bir insoumis (boyun eğmeyenler) hükümetine sahip olacağımıza kesinlikle inanıyorum: Çin’in imparatorluk için sistemik bir tehdit olsa bile, bizim için sistemik bir tehdit olmadığını kabul eden bir hükümet. Bunun için kampanya yapıyorum.
Almanya ise farklı bir mesele. Fransızlar sürekli “Alman dostlarımız” der ama onlar kimsenin dostu değil. Çıkar merkezli davranıyorlar. Sözleşmeleri sürekli çiğniyorlar. Otomotiv endüstrisindeki mücadeleyi on beş yıl önce kaybettikleri için, şimdi savaş ekonomisine 46 milyar dolar aktarmaya hazır durumdalar. Ama şunu da gördük: ABD, Almanlara da ağır bir ders verdi. Enerjide Gazprom’a bağımlı hale geldiler; Schröder şirkette görev aldı ve Ruslarla elverişli bir anlaşmaya vardı. Sonra Amerikalılar ‘Bu kadarı fazla’ dedi ve Kuzey Akımı hattı yok edildi. Yani görüldüğü gibi, bu imparatorluk, kendisine karşı gelen herkesi cezalandırır.
Tariq Ali: Yüzyılın sonunda yaşadığımız dünyanın neye benzeyeceğini düşünüyorsunuz?
Jean‑Luc Mélenchon: Kesin olarak bildiğimiz tek şey: insan uygarlığı ya iklim değişimine karşı birleşecek ya da çökecek. Fırtınalardan, kuraklıklardan, sellerden kurtulmayı başaran insanlar her zaman olacaktır. Ancak teknokratlar toplumu bir bütün olarak çalışır durumda tutamayacaklar. Fransa’da dünyanın en iyi teknokratlarından bazılarına sahibiz, ancak her şeyin temelde aynı kalacağına inanacak kadar aptallar. İklim stratejilerinin bir parçası olarak daha da fazla nükleer santral inşa etmeyi planlıyorlar. Ancak nükleer santralleri soğutmadan çalıştıramazsınız ve soğutmak için soğuk su gerekir ve bu da giderek daha az tedarik edilmektedir. Isı aşırı yüksek olduğu için nükleer santralleri kapatmaya başlamak zorunda kaldık bile. Bu sadece bir örnek, ancak dünya bugün olduğu gibi kalacakmış gibi siyasi kararların alındığı düzinelerce başka örnek var. Materyalistler olarak, siyasi eylemi yıkım tehdidi altındaki bir ekosistemin parametreleri içinde düşünmeliyiz. Bu öncülden yola çıkmadıkça, argümanlarımızın hiçbir değeri olmayacaktır.
Günümüzde dünya ticaretinin %90’ı deniz yolu ile yapılmaktadır. Ancak bu, malları taşımanın en kolay yolu değildir. Demiryolu ile taşımacılığın daha güvenli, daha hızlı ve genellikle daha ucuz olduğunu gösteren birçok çalışma yapılmıştır. Dolayısıyla, iklim kötüleştikçe Çinlilerin ürünleri için alternatif rotalar bulma olasılığını keşfedeceklerini hayal edebilirsiniz. Pekin-Berlin rotası, Avrupa ile bağlantıları açısından temel olacaktır; Çin’in bir zamanlar İpek Yollarından birinin bitiş noktası olarak Almanya’yı seçtiğini unutmayın. Diğer ana rota ise Tahran’dan geçiyor ve güney Avrupa’ya giriyor. Çin, bu yeni ticaret kanallarının geliştirilmesinde küresel bir avantaja sahip olacak çünkü teknik verimlilikte üstün, bu geleneksel kapitalizm için önemli bir güç. Buna karşın ABD’nin teknik bir yeteneği yok. Amerikalılar, Dünya’nın yörüngesindeki uluslararası uzay istasyonunu bile koruyamıyor, oysa Çinliler istasyonlarındaki ekibi her altı ayda bir değiştiriyor. Amerikalılar uzaya zar zor bir şey gönderebiliyorken, Çinliler kısa süre önce ayın karanlık tarafına bir robot indirdi. ‘Batılılar’ -bu terimi tırnak içinde kullanıyorum çünkü hoşuma gitmiyor; kendimi Batılı olarak da görmüyorum – kendileriyle o kadar dolu, o kadar kibirli, o kadar gösteriş meraklısı ki, bu dengesizliği kabul edemiyorlar.
Kısacası, eğer kapitalizm neoliberallerin iktidarda iken egemen olmaya devam ederse, o zaman insanlık kaybedecek, çünkü kapitalizm, neden olduğu felaketlerden kâr sağlayan intihara meyilli bir sistemdir. Önceki her sistem, çok fazla düzensizlik yarattığında durmak zorunda kaldı. Bu sistem öyle değil. Çok yağmur yağarsa size şemsiye satıyor. Çok sıcaksa, size dondurma satıyor. Önümüzdeki on yıllarda, kolektivist rejimler, kolektivizmin insanlar için liberal rekabetten daha tatmin edici bir bakış açısı olduğunu gösterecekler.
Bir bahse de girmek istiyorum: yüzyıl sonuna kadar, belki daha önce, ABD var olmayacak. Neden? Çünkü o bir ulus değil, doğduğu andan itibaren tüm komşularıyla savaş halinde olan bir ülke. Samuel Huntington bunu temelde istikrarsız bir yapı olarak nitelendirdi ve sonunda orada baskın hale gelecek dilin İspanyolca olduğunu tahmin etti. ABD nüfusunun büyük bir kısmı şu anda evde İspanyolca konuşuyor ve nüfusun bu kısmı, ülkeyi kuran ‘aydınlanmış’ Protestanların aksine, çoğunlukla Katolik. Bu dilsel ve kültürel dinamikler çok önemlidir. İnsanlar ana dillerine derinden önem verirler: annelerinin ninni söyledikleri dil, partnerlerine seni seviyorum dedikleri dil. Kaliforniya — Meksika’dan koparılan, gayri safi yurt içi hasıla bakımından dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip bir eyalet — her köşesinde İspanyolcanın konuşulduğu, İngilizcenin bile geride kaldığı bir yer. Bu yüzden Kaliforniya’nın bağımsızlığı için yürütülen kampanyanın giderek daha fazla destek bulması şaşırtıcı değil; referandum belki gelecek yıl gibi yakın bir tarihte yapılabilir. Bunun başarıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilemiyorum, ancak dünya çapındaki en büyük gücün içindeki büyük bir eyaletin şimdiden ayrılığı ciddi biçimde gündeme getirmesi çarpıcı. Bunun benzerlerini daha çok göreceğiz. Ve ülkenin baskın ideolojisi — ‘her koyun kendi bacağından asılır’ — bu ülkeyi artık bir arada tutamayacak.
Tariq Ali: Son kitabınızda Fransız halkının bir volkan gibi uyarı vermeden patlayabileceğini, Fransız toplumunun yüzeyinin altında sürekli köpüren bir şeyler olduğunu yazıyorsunuz. Benzer bir noktaya değindiğini duyduğum son kişi Nicolas Sarkozy’ydi. Cumhurbaşkanı olduğu zaman yaltaklanan bir gazeteci ona, ‘Çok popülersiniz Bay Sarkozy, reytingleriniz çok yüksek, çok güzel bir eşiniz var’ falan demişti. Ve Sarkozy’nin cevabı, beni şaşırtan bir şekilde, bu tür sorular soran insanların Fransa’yı anlamadığıydı, çünkü “Fransa’da bugün övenler yarın yatağına girip seni öldürür” demişti.
Jean‑Luc Mélenchon: Fransız toplumunun bu yönü, her şeyden önce tarihimizden geliyor. Bir asırdan kısa bir sürede iki imparatorluk ve üç hükümdar. İki yüzyılda beş cumhuriyet ve tabii ki üç devrim. Bu bize örgütlü bir boyun eğmeme kültürü kazandırdı. Biz de hareketimize boyun eğmeyenler “insoumission” dememizin nedeni buydu: dayatılan düzeni sürekli reddetme eğilimi. Eğer devrimci bir strateji geliştireceksek, bu kültürel temellerden başlamalıyız. Eskiden fısıltıyla “komünistim” ya da “sosyalistim” derdik. Şimdi boyun eğmeyenim diyoruz.
Ama bu tek mesele değil. Demografik değişiklikler de var; farklı nüfusların kaynaşması. Yerleşik düzene teslim olabilmek için, ona bir şekilde – az ya da çok – entegre olmuş olmanız gerekir. Hizmetkârın, hizmetkâr olduğu konumunu kabul etmesi öğretilir; çünkü babası da hizmetkârdır, dedesi de öyleydi, ve kuşaktan kuşağa bu böyle devam eder. Ama Fransa’ya yeni geldiyseniz, buraya gelmek için hayatınızı riske attıysanız ve yaşam için coşkuyla doluysanız, o zaman boyun eğmek yerine başarılı olmak istersiniz. Çocuklarınızın da başarılı olmasını, iyi bir eğitim almasını istersiniz. Ve bu, bu kesimler içinde, egemen sınıfların her zamanki kibirleriyle kavrayamayacakları bir iç dinamik yaratır. Mitterand Mayıs 1981’de seçildi çünkü Komünist Parti geleneksel işçi sınıfını örgütledi ve Sosyalist P8arti yukarı doğru hareket eden sosyal sınıfları örgütledi. Ancak bugün Fransa’da artık göçmen toplulukları dışında yukarı doğru hareket eden sosyal sınıflar yok.
Boyun Eğmeyen Fransa (La France insoumise) olarak Fransızların ırkçı, kapanmacı, bencil hale geldiğine hiç inanmadık. Evet, bunlardan bazıları var. Ancak çok sayıda ve güçlü olan karşıt güçler de vardır. Bu nedenle, göçmen mahalleleri de dahil olmak üzere işçi sınıfı mahallelerine ve gençlere odaklanıyoruz, çünkü bunlar toplumu kapatmaktan ziyade açmakla ilgilenen iki kesim. Biz Anglo-Saksonlar gibi çok iş odaklı bir halk değiliz. Bu, eleştirmek istediğinizde “Neyse ki herkes sizin gibi yapmıyor” gibi bir deyimin kullanıldığı tek ülke. Başka bir deyişle, iyi olan şey, herkesin yaptığı şeydir. Fransa’da gündelik konuşmamıza dahi sızan kendiliğinden bir eşitlikçilik vardır.
Bu toplum devrimler üzerinden, devlet ve kamu hizmetleri etrafında inşa edildi. Tüm teknik, maddi, entelektüel kazanımlar devlet gücünden geldi. Sonuç olarak, neoliberalizm devleti yok ederek Fransız ulusunun kendisini yok ediyor. Yıkımın bir kataloğunu ister misiniz? Günde bir okul kapanıyor; her çeyrekte bir doğum servisi; 9.000 kilometrelik demiryolu hattı hizmet dışı bırakıldı; On rafineri gitti. Oligarşinin topluma karşı savaşı, özel mülkiyetin yararına kamu mülkiyetinin yok edilmesi anlamına gelir. Yine de, devletin bu yoksullaşmasının bir sonucu olarak, özel yatırımlar çöktü. Tüm para finansal alana aktı. Zenginler iş yaratmıyor. Bir şeyler yapmak için makine satın almıyorlar. Hiçbir şey yapmayarak, sadece spekülatif finansal mekanizmayı manipüle ederek kâr ediyorlar.
Politik stratejimiz, bu maddi teşhisi kültürel analizle birleştirmeye dayanıyor. Sosyokültürel olarak başka toplumlar, “Bu normal, paraları onların, istedikleri gibi harcasınlar” diyebilir. Fransa farklı. Burada ne yaptığınızı haklı çıkarmalısınız. Kolektife karşı sorumlusunuz. Bu bir tür soyut milliyetçilik değil. Fransızların herkesten daha iyi olduğunu düşündüğümden değil; onlar da birbirleriyle rekabet etmeye itilebilirler. Ancak bu derin kolektif dürtü yine de faşistlerin kasvetli varoluş görüşlerini empoze etmeye çalıştıklarını gördüğümde beni iyimser kılıyor. Toplum için hırsları yok, gelecek için önerileri yok. Bildikleri tek şey Arapları ya da siyahları sevmedikleri.
Faşistleri provoke etmek kolay: bir kırmızı bayrak sallıyorsun, hepsi geliyor. Geçenlerde Fransız dilinin sadece Fransızlara değil, onu konuşanlara ait olduğunu belirttim. Bu büyük tartışmalara neden oldu. ‘Fransızca Fransızlarındır!’ diye bağırdılar. Aslında, Fransızca’nın resmi dil olduğu 29 ülke var. Bunu kabul ederek, ortak bir mal olarak dil hakkında bir tartışma başlatabiliriz. Bir faşiste Fransızca konuşan 100 milyon Kongolu olduğunu söylediğinizde bayılırlar. Onlara ortalama olarak Senegallilerin Fransızlardan daha eğitimli olduğunu söylediğinizde, buna tahammül edemezler. Gözlerinde daha da kötüsü şudur: Kuzey Afrika’dan gelen Müslümanlar okulda daha iyi performans gösterme eğilimindedir. Faşizmle karşı karşıya gelirken, ekonomik bir savaş yürütürken aynı zamanda tam cepheden bir kültür savaşını kışkırtmamız gerektiğini düşünüyorum. Korkmamalıyız. Açıkçası bu tatsız olabilir, ancak insanlar insan gerçekliğini en derinden bu şekilde anlamaya başlarlar. İşçi olabiliriz ama aynı zamanda aşığız, şairiz, müzisyeniz ve bu kimliklerin siyasette de yeri var. Bu sana çok mu romantik geliyor bilmiyorum.
Tariq Ali: Dünyada sağ popülizm yükseliyor. Fransa da aşırı sağın küresel yükselişinden muaf değil. Geleneksel liberal ve sol-liberal entelijansiya buna karşı koymaktan aciz kaldılar, çünkü bu gerici güçlerin bu kadar hızlı büyümesine izin veren şey destekledikleri sistemdir. Fransa’da Le Pen ya da Éric Zemmour gibi bir ismin liderliğini yaptığı bir partinin tek başına kazanıp çoğunluk hükümeti kurması sizce mümkün mü?
Jean‑Luc Mélenchon:
Aşırı sağın yükselişi entelektüel bir felaket oldu. Bu kadar güçlü olmalarının bir nedeni, eleştirel düşüncenin tutarlı referans noktalarını kaybetmiş olmamızdır. Sosyal demokratların bu tür bir düşünceye hiç niyetleri yoktur: Kapsamlı açıklamalar yapmak yerine, sizin ve benim kırk yıldır duyduğumuz birkaç bayat ekonomik ilkeyi tekrarlamaktan başka bir şey yapmazlar. Bu, özellikle gençler veya zor bir hayat yaşamış olanlar için yeterli değil: çok çalışmış, vergi ödemiş, katkıda bulunmuş olanlar neden şimdi bu kadar çürümüş bir dünyada yaşadıklarını bilmek istiyorlar. Aşırı sağ onlara bir dizi kesinlik sağlıyor: erkek erkektir, kadın kadındır, beyazlar üstündür. Çoğu insan bu tür propagandalara karşı tetiktedir, ancak birçoğu da bunu benimser. Bu da demek oluyor ki – evet – aşırı sağın sağı emerek kendi başına kazanabileceği bir durumla karşı karşıyayız.
Stefano Palombarini, Fransa’da üç blok olduğunu yazıyor: sol, sağ ve aşırı sağ. Buna dördüncü bir kategori daha ekleriz: bir blok değil, homojen bir aktör değil, her şeyden hayal kırıklığına uğramış bir insan kitlesi. Onlardan milyonlarcası var ve biz onları solun siyasi ailesine geri getirmek için savaşıyoruz. Ancak aşırı sağın işi çok daha kolay. Bu kısmen, Macroncular da dahil olmak üzere sağın gerilemesinden kaynaklanıyor. Artık insanları ikna edemeyeceklerini fark etmeye başlıyorlar; Bu yüzden aşırı sağın ideolojisini, retoriğini ve kültürünü benimsiyorlar.
İçişleri Bakanı kısa süre önce, yeterli belgelere sahip olmayan kişilerin kökünü kazımak için tren istasyonlarında bir günlük göçmen baskınları emri verdi. Korkunçtu. Yoldaşlarıma, gelecekte bu baskınlara karşı çok daha yoğun bir mücadeleye hazırlanmamız gerektiğini söyledim. Sağ ve aşırı sağ birleştikçe, bu tür bir ırkçılık norm haline geliyor. Fransa’da on yıl çalıştıysanız ve yetkililer size yenileme belgelerinizi göndermezse, artık sokaktan alınabilir ve sınır dışı edilebilirsiniz. Tüm hayatınız birkaç dakika içinde çöpe atılabilir. Hayır, hayır, bunu kabul edemeyiz. Dayanılmaz.
Dolayısıyla sosyal mücadelelerde öncü rol oynamalıyız ve fikirler savaşı da vermeliyiz. Bu yüzden La Boétie[i] Enstitüsü’nü kurduk: entelektüelleri toplumla buluşturmak için. Konferanslar, paneller, kitap yayınları yaptık. Çoğu Fransız ama bazıları dışardan da katıldı. David Harvey “kritik coğrafya” konusunu anlattı; Nancy Fraser “materyalist feminizm ve toplumsal yeniden üretim” vizyonunu açıkladı. Amaç entelektüelleri “artan sorgulama” için işe almak değil, fikirlerini yaymak. Binlerce kişiye ulaştı. Ülke çapında bu toplantılara talep giderek artıyor; şimdiye dek sekseninin üzerine çıktı.
Tariq Ali: Fransa’da aşırı sağ ve sağın koalisyonu, İtalya’daki Meloni hükümetinden farklı bir nitelik taşır mı?
Jean‑Luc Mélenchon: Fransa’da ırkçı söylemler olağanüstü derecede yoğunlaştı ve şiddete giderek daha fazla müsamaha gösteriliyor. Sadece birkaç hafta önce, yolcu koltuğunda seyehat eden bir kadın yolcu polis tarafından vuruldu; dava düştü. Savcı geri çekildi. Kovuşturma yok. Neredeyse her hafta polis şiddetiyle ilgili skandallar yaşanıyor. Polis teşkilatına bu unsurlar hakimdir. Sonuç olarak, Fransa’daki aşırı sağcı bir rejim, İtalya’dakinden daha şiddetli, hatta daha saldırgan olacaktır.
Aşırı sağcılar, göçmenlerin sessiz kaldığı 20. yüzyılın başlarındaki Fransa’da yaşadıklarını düşünüyorlar. Nüfuslarımızın birleştiğinin farkında değiller. Fransız ve Cezayir çifte vatandaşlığına sahip 3,5 milyon insan var: Fransa ile derin bağları olan insanlar ve orada yaşayan ebeveynler. Ve 6 milyon Fransız Müslüman var. Ancak aşırı sağ bunun farkında değil ya da buna inanmayı reddediyor. Müslümanları dinlerinden dolayı işgalci olarak görüyorlar ve buranın Katolikler ile Protestanlar arasında üç yüzyıl süren dini iç savaşın yaşandığı bir ülke olduğunu unutmaya çalışıyorlar.
Fransız egemen sınıfının tüm siyasi ve entelektüel mekanizması şimdi bu yönde hareket ediyor. Buna, sabahtan akşama kadar bize havlayan Sosyalist Parti’nin önderlik ettiği sefil küçük sol da dahildir. Neyin parçası olduklarını bilmiyorlar: sağ cenahın sol kanat müttefiki oluyorlar. Hayal dünyasında yaşıyorlar; Almanya gibi bir merkez ittifakı kurmayı istiyorlar. Liberallerden ayırt edilemeyen Sosyal Demokratlar, her zaman savaş çığırtkanlığı yapan Yeşiller. Bu insanlar her gün bizi bölerken bir yandan da birlikten yanaymış gibi yapıyorlar.
Çok çarpık, çok gaddar, ama mücadele bu! Zor mu? Ne olmuş yani? Sanki hiç kolay mıydı? Aşırı sağın kazandığını düşündüğüm izlenimini vermek istemiyorum. Genç yoldaşlarıma sık sık şunu söylerim: Köylerdeki insanların çoğunluğu her hafta kiliseye gittiğinde ve rahip onlara Komünistlerle ya da Sosyalistlerle hiçbir ilgileri olmaması gerektiğini açıkladığında Fransa’yı bilmiyordunuz. 1980’lerde genç bir adamken kapıları çalardım ve insanlar bana ‘Komünistlerle müttefik misiniz? Onlar Allah’a karşıdırlar. Ve Tanrı’ya karşı oy kullanamayız.” Tanrı’nın Fransa seçimleriyle hiçbir ilgisi olmadığını açıklamaya çalıştım. Ne tür bir dünyaya ait olmak istediğinizle ilgili. Cevabı bilmiyorsanız, o zaman ya liberallerle ya da faşistlerle karşı karşıya kalacaksınız. Liberaller her insanın kendisi için olduğunu söylüyor ve faşistler herkesin Araplara karşı olduğunu söylüyor. Onların kendi dünya görüşleri var ve biz, sol, dünyayı görmenin başka bir yolunu sunmalıyız. Yapmaya çalıştığımız şey bu. Bu yüzden bazen insanlar benim lirik ve romantik olduğumu söylerler. Evet, öyleyim ve bunda utanılacak bir şey yok.
Tariq Ali: Şans diliyorum sana.
[i] Étienne de La Boétie 16. yüzyılda yaşamış, otoriteye karşı düşünceleriyle bilinen Fransız düşünürdür.
Kaynak: https://newleftreview.org/sidecar/posts/insoumission?pc=1690