Çeviri: Kesintisiz Faaliyet Çeviri Kolektifi
Eğer Yönetmen Jonathan Glazer’ın cesur Oscar kabul konuşması sizi rahatsız ettiyse, amacına ulaşmış demektir.
Bu bir Oscar geleneği: ciddi, politik bir konuşma, cazibe ve öz kutlama balonunu deler geçer… Birbirleriyle savaşan tepkiler ortaya çıkar. Bazıları bu konuşmayı sanatçıların kültür değiştiren (culture-shifting) konuşmalarının en iyi örneklerinden biri ilan etti; diğerleri ise kutlama gecesinin bencilce gasp edildiğini söyledi. Sonra herkes yoluna devam etti.
Yine de Jonathan Glazer’ın 10 Mart’ta Akademi Ödülleri Töreni’nde (Oscar) yaptığı zamanı durduran konuşmasının etkisinin çok daha kalıcı olacağını, anlamının ve öneminin uzun yıllar boyunca analiz edileceğini tahmin ediyorum.
Glazer, Auschwitz toplama kampının komutanı Rudolf Höss’ün gerçek yaşamından esinlenen “The Zone of Interest” filmiyle en iyi uluslararası film ödülünü kabul etti. Film, Höss’ün eşi ve çocuklarıyla birlikte, toplama kampının hemen bitişiğindeki görkemli bir ev ve bahçede geçen cennet gibi ev hayatını konu alıyor. Glazer, karakterlerini canavarlar olarak değil, “düşünmeyen, burjuva, hevesli-kariyerist dehşet şeyler”, şiddetli kötülüğü bir arka plan görüntüsüne dönüştürmeyi başaran insanlar olarak tanımlamıştır.
Törenden önce film sinema dünyasının birçok ilahı tarafından çoktan yüksek sesle övülmüştü. “Rome” filminin Oscar ödüllü yönetmeni Alfonso Cuarón filmi, “muhtemelen bu yüzyılın en önemli filmi” olarak nitelendirdi. Steven Spielberg, 30 yıl önce Oscar’ları silip süpüren Schindler’s List’e atıfta bulunarak filmi, “Kendi filmimden bu yana izlediğim en iyi Holokost filmi” olarak tanımladı.
Ancak Schindler’s List filminin zaferi ana akım Yahudi toplumu için derin bir onaylama ve birlik anını temsil ederken, Zone of Interest çok farklı bir noktaya gelmekte. Nazi vahşetinin nasıl hatırlanması gerektiğine dair tartışmalarsa hala devam ediyor: Holokost sadece bir Yahudi felaketi olarak mı görülmeli, yoksa imha edilmek üzere hedef alınan tüm grupların daha fazla tanındığı daha evrensel bir şey olarak mı görülmeli? Holokost, Avrupa tarihinde benzersiz bir kırılma mıydı, yoksa daha önceki sömürgeci soykırımların, geliştirdikleri ve uyguladıkları tekniklerin, mantıkların ve sahte ırk teorilerinin geri dönüşü müydü? “Bir daha asla” herkes için miydi yoksa İsrail’e bir tür ”dokunulmaz garanti” tanımlanması ve sadece Yahudilere bir daha asla anlamına mı gelmekte?
Evrensellik, mülkiyet travması, istisnacılık ve karşılaştırma üzerine bu savaşlar, Güney Afrika’nın uluslararası adalet divanında İsrail’e karşı açtığı dönüm noktası niteliğindeki soykırım davasının merkezinde yer alıyor ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanındaki Yahudi topluluklarını, cemaatlerini ve ailelerini de parçalıyor. Glazer, aksiyon dolu bir dakika içinde ve otosansüre boğulduğumuz bir anda, bu tartışmaların her biri hakkında korkusuzca net pozisyon aldı.
“Tüm seçimlerimiz bizi şimdiki zamanda düşünmek ve yüzleştirmek için yapıldı; ‘Bakın o zaman ne yaptılar’ demek için değil; daha ziyade, ‘Bakın şimdi ne yapıyoruz’ demek için.” diyen Glazer, günümüz dehşetini Nazi suçlarıyla karşılaştırmanın doğası gereği küçültücü veya göreceli olduğu fikrini hızla ortadan kaldırdı ve açık niyetinin canavar geçmiş ile canavar günümüz arasındaki süreklilikleri ortaya çıkarmak olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmadı.
Ve daha da ileri gitti: “Burada, ister İsrail’deki 7 Ekim kurbanları ister Gazze’de devam eden saldırılar olsun, pek çok masum insan için çatışmaya yol açan bir işgal tarafından Yahudiliklerinin ve Holokost’un gasp edilmesini reddeden insanlar olarak duruyoruz.” Glazer’a göre, İsrail’in Holokost’tan kaynaklanan nesiller arası Yahudi travmasını bugün İsrail devleti tarafından işlenen zulümlere gerekçe ya da kılıf olarak kullanması etik değildi.
Elbette daha önce de başkaları bu noktalara değindi ve özellikle Filistinli, Arap ya da Müslüman olan pek çok kişi bunun bedelini ağır ödedi. Glazer, ilginç bir şekilde, retorik bombalarını bir zırh takımına eşdeğer bir kimlikle korunarak attı, ışıltılı kalabalığın önünde başarılı bir beyaz Yahudi olarak durdu- diğer iki başarılı beyaz Yahudi adam tarafından kuşatıldı- birlikte Holokost hakkında yeni bir film yaptılar. Yine de bu ayrıcalık kalkanı onu, sözlerini çarpıtıp yanlış bir şekilde Yahudiliğini reddettiğini iddia eden ve Glazer’ın mağduriyeti bir silaha dönüştürenler hakkındaki görüşünün altını çizmekten başka bir işe yaramayan karalama ve çarpıtma selinden kurtaramadı.
Konuşmanın meta-bağlamı olarak düşünebileceğimiz şey de aynı derecede önemliydi: konuşmadan önce ve hemen ardından gelenler. Sadece internetten klipleri izleyenlerin deneyimin bu kısmını kaçırması oldukça kötü bir durum.
Çünkü Glazer, ödülü gizlice Auschwitz mahkumlarını besleyen ve Polonya yeraltı ordusunun bir üyesi olarak Nazilerle savaşan Polonyalı kadın Aleksandra Bystroń-Kołodziejczyk’e ithaf ederek konuşmasını bitirir bitirmez aktörler Ryan Gosling ve Emily Blunt sahneye çıktı. Duygusal olarak kendimize gelmemizi sağlayacak bir reklam arası bile verilmeden, Gosling’in Blunt’a bir kitle imha silahının icadını konu alan filminin Barbie’nin pembe ceketinin kuyruğuna takılarak gişe başarısı elde ettiğini söylediği ve Blunt’ın Gosling’i karın kaslarını boyamakla suçladığı bir “Barbenheimer” bölümüne fırlatıldık.
İlk başta, bu imkânsız yan yana gelişin Glazer’ın müdahalesini baltalayacağından korktum: Az önce dile getirdiği kederli ve iç burkan gerçekler nasıl olur da bu tür bir California lise balosu enerjisiyle bir arada var olabilirdi? Sonra aklıma geldi: İsrail’in “kendini savunma hakkı”nın öfkeli savunucuları gibi, konuşmayı çevreleyen ışıltılı yapaylık da Glazer’ın meramını anlatmasına yardımcı oluyordu.
“Soykırım hayatlarının bir parçası haline geliyor”: Glazer filminde yakalamaya çalıştığı atmosferi böyle tanımlıyor: Karakterleri, insan kalıntıları püskürten bacaların gölgesinde günlük dramlarıyla (uykusuz çocuklar, zor beğenen bir anne, gündelik sadakatsizlikler) ilgileniyor. Bu insanlar bahçe duvarlarının hemen ötesinde endüstriyel ölçekte bir ölüm makinesinin vızıldadığını bilmiyor değiller. Onlar sadece ortamdaki soykırımdan memnun bir yaşam sürmeyi öğrendiler.
Glazer’ın sarsıcı filminin en güncel, en korkunç anını hissettiren de bu. Gazze’deki günlük katliamın üzerinden beş aydan fazla bir süre geçmişken ve İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nın emirlerini küstahça görmezden gelirken ve Batılı hükumetler İsrail’i sadece nazikçe azarlarken ama ona daha fazla silah gönderirken, soykırım bir kez daha alışılmışlık haline geliyor- en azından dünyamızı bölen birçok duvarın güvenli taraflarında yaşayacak kadar şanslı olanlarımız için. Soykırımın modern hayatın film müziği haline gelerek sürüp gitmesi riskiyle karşı karşıyayız. Ana olay olması söz konusu bile değil.
Glazer, filminin konusunun, bilinen dehşeti ve tarihsel özellikleriyle Holokost değil, daha kalıcı ve yaygın bir şey olduğunu defalarca vurguladı: insanın Holokost ve diğer zulümlerle yaşama, onlarla barış yapma ve onlardan yararlanma kapasitesi.
Filmin prömiyeri geçtiğimiz mayıs ayında, Hamas’ın 7 Ekim Saldırısı’ndan ve İsrail’in Gazze’ye yönelik bitmek bilmeyen saldırılarından önce yapıldığında, bu bir dereceye kadar entelektüel mesafeyle incelenebilecek bir düşünce deneyiydi. Cannes Film Festivali’nde “The Zone of Interest”i altı dakika boyunca ayakta alkışlayan seyirciler, Glazer’ın meydan okuması karşısında kendilerini güvende hissetmiş olmalılar. Belki de bazıları masmavi Akdeniz’e bakıp kendilerinin de kıyıya yakın bir yerde boğulmaya terk edilen çaresiz insanlarla dolu teknelerin haberleriyle nasıl rahat ettiklerini, hatta ilgilenmediklerini düşündüler. Ya da belki de Fransa’ya giderken bindikleri özel jetlerin ve uçuştan kaynaklı emisyonların çok uzaklardaki yoksul insanların gıda kaynaklarının, türlerin ya da tüm ulusların potansiyel yok oluşuyla nasıl iç içe geçtiğini düşündüler.
Glazer filminin bu tür huzursuz düşünceleri kışkırtmasını istedi. Kendisi “etrafımızdaki kararan dünyayı gördüğünü ve kurbanlardan ziyade faillere olan benzerliğimiz hakkında bir şeyler yapması gerektiğini hissettiğini” söylemişti. Bize yok oluşun asla düşündüğümüz kadar uzakta olmadığını hatırlatmak istedi.
Ancak film aralık ayında vizyona girdiğinde, Glazer’ın izleyicilere içlerindeki Hösses’i düşünmeleri için yaptığı ince meydan okuma çok daha derine inmişti. Çoğu sanatçı zeitgeist’a ulaşmak için umutsuzca çabalar ama ilk tepkiler göz önüne alındığında, sinemalardaki gösterimi sessizlikle karşılanan film, sinema tarihinde nadir görülen bir şeyden muzdarip olabilir: ilgi fazlalığı, aşırı güncellik.
Filmin en unutulmaz sahnelerinden biri, kamptaki mahkumlardan çalınan giysi ve iç çamaşırlarıyla dolu bir paketin Höss’lerin evine ulaşmasıyla başlar. Komutanın karısı Hedwig (ki Sandra Hüller tarafından fazlasıyla inandırıcı bir şekilde canlandırmış), hizmetçiler de dahil olmak üzere herkesin bir eşya seçmesine karar verir. Kendisi için bir kürk manto alır, hatta bir cepte bulduğu ruju bile dener.
Tüyler ürpertici olan, ölülerle girilen ilişkilerin yakınlığıdır. Bu sahneyi izleyip de Gazze’de evlerini işgal ettikleri Filistinlilerin iç çamaşırlarını karıştırırken, nişanlıları ve kız arkadaşları için ayakkabı ve mücevher çalmakla övünürken ya da fonda Gazze’nin enkazı varken grup selfie’leri çekerken kendilerini filme alan İsrail askerlerini düşünmemek mümkün değil. (Böyle bir fotoğraf, yazar Benjamin Kunkel’in “The Zone of Pinterest” başlığını eklemesinin ardından viral oldu).
Bu türden o kadar çok çağrışım var ki, bugün Glazer’ın başyapıtı bir metafordan çok bir belgesel gibi hissettiriyor. Sanki filmi bir reality şov tarzında, evin ve bahçenin her yerinde gizli kameralarla çekerek (Glazer bundan “Big Brother in the Nazi House” olarak bahsetmiştir), failleri tarafından filme alınan ilk canlı yayında soykırımı öngörmüş gibidir.
Film, sakin ve güzel yaşamları doğrudan yan taraftaki insan hayatını yutan makineden akan bir ailenin aşırı bir portresini sunuyor. Bu kesinlikle inkâr eden insanların portresi değil: duvarın diğer tarafında neler olduğunu biliyorlar ve hatta çocuklar ölü insan dişleriyle oynuyorlar. Toplama kampı ve ailenin evi birbirinden ayrı varlıklar değil; iç içe geçmişler. Ailenin bahçesinin duvarı, çocukların oynaması için kapalı bir alan ve havuz için gölge yaratırken diğer taraftan aynı duvar kampı çevreliyor.
Filmi izleyen tanıdığım herkesin aklına Gazze’den başka bir şey gelmiyor. Bunu söylemek Auschwitz ile bire bir denklik ya da karşılaştırma iddiasında bulunmak değildir. Hiçbir soykırım birbirinin aynısı değildir: Ne Gazze kitlesel katliam için kasten tasarlanmış bir fabrika ne de Nazi ölümlerinin ölçeğine yakınız. Ancak savaş sonrası uluslararası insancıl hukuk yapısının inşa edilmesinin tek nedeni, tarih büyük ölçekte tekrarlanmadan önce kalıpları kolektif olarak tanımlayacak araçlara sahip olmamızdı. Ve bazı kalıplar- duvar, getto, toplu katliam, defalarca ifade edilen imha etme niyeti, toplu açlık, yağmalama, neşeli gayri insanileştirme ve kasıtlı aşağılama- tekrar ediyor.
Aynı şekilde soykırımın ortamı kuşatması, duvarlardan biraz uzakta olanlarımızın görüntüleri engellemesi, çığlıkları duymazdan gelmesi ve sadece… devam etmesi de öyle. İşte bu yüzden Akademi, Barbenheimer’a -kendisi de kitlesel katliamın önemsizleştirilmesidir- sert bir geçiş yaparak Glazer’ı haklı çıkardı. Vahşet bir kez daha ortamı kuşatıyor. (Tüm Oscar gösterisini The Zone of Interest’in bir çeşit canlı aksiyon uzantısı, bir tür Buz Üstünde İnkârcılık olarak görebiliriz).
Önemsizleştirme ve normalleştirme ivmesini durdurmak için ne yapabiliriz? Şu anda pek çoğumuz bu soruyla mücadele ediyoruz. Öğrencilerim bana soruyor. Ben de arkadaşlarıma ve yoldaşlarıma soruyorum. Pek çok kişi cevaplarını amansız protestolar, sivil itaatsizlik, “karşılıksız” oylar, etkinlik engellemeleri, Gazze’ye yardım konvoyları, mülteciler için bağış toplama, radikal sanat eserleri ile sunuyor. Ama bunlar yeterli değil.
Ve soykırım kültürümüzün arka planında daha da kaybolurken, bazı insanlar bu çabaların hiçbirinden sonuç alamayacak kadar çaresizleşir. Oscar törenini izlerken, Glazer’ın podyumdaki varlıklı ve güçlü konuşmacılar arasında Gazze’den bahseden tek kişi olduğunu görünce, 25 yaşındaki ABD Hava Kuvvetleri mensubu Aaron Bushnell’in Washington’daki İsrail Büyükelçiliği önünde kendini yakmasının üzerinden tam iki hafta geçtiğini hatırladım.
Başka kimsenin bu korkunç protesto taktiğini uygulamasını istemiyorum; zaten çok fazla ölüm oldu. Ancak Bushnell’in bıraktığı ve Glazer’ın filmine akılda kalıcı, çağdaş bir yorum olarak gördüğüm sözlerle biraz zaman geçirmeliyiz:
“Çoğumuz kendimize soruyoruz: ‘Kölelik döneminde yaşıyor olsaydım ne yapardım? Ya da güneydeki Jim Crow döneminde? Ya da apartheid? Ülkem soykırım yapıyor olsaydı ne yapardım? Cevap şu ki, bunu yapıyorsunuz. Hem de şu anda.”
Kaynak: https://www.theguardian.com/commentisfree/2024/mar/14/the-zone-of-interest-auschwitz-gaza-genocide