2024 1 Mayıs’ının ve 1 Mayıs’ın ardından gerçekleşen devletin şovunun üzerinden oldukça zaman geçti. Tutsak edilen arkadaşlarımızın durumları şimdilik stabil bir hale gelince, 1 Mayıs tartışmalarına pratikten doğan bir katkı sunmak da elzem oldu.
1 Mayıs’tan bu yana Türkiye sosyalist solu, 1 Mayıs’ın muhasebesini yapıyor. Son yıllarda Maltepe’ye sıkışan kitlesellik ve martılara haykırdığımız sloganlardan farklı olarak; kitlenin şehir merkezinde bir araya gelebilmesiyle farklı bir dinamik oluşturan 1 Mayıs, “Taksim’e gideceğiz” kararlılığının, başta DİSK olmak üzere farklı aktörler tarafından Saraçhane’de terk edilmesiyle hüsran yarattı. Bu hüsran atmosferinde, gökyüzündeki bulutları bir nebze de olsa dağıtan, öğrenci gençliğin başını çektiği meşru militan çizginin kararlılığından vazgeçmeyerek; Bozdoğan Kemeri’nin önünde AKP’nin emek düşmanı zor aygıtlarını ifşalayan bir direniş gerçekleştirmesi oldu. Hadi açıkça söyleyelim: direniş 1 Mayıs’ın onurunu kurtardı.
1 Mayıs’ta ne oldu?
1 Mayıs günü İstanbul’un kent merkezinin abluka altına alınması ve polisin – başta Saraçhane’deki Bozdoğan Kemeri’ndeki sembolik pozisyon alışı olmak üzere – Taksim’e giden yolları kapatması, yıllardır alışageldiğimiz bir manzara olmuştu. Bu sene farklı olan, CHP’nin açık desteğiyle DİSK’in ön aldığı Taksim’e gitmek için Saraçhane’de toplanma kurgusunun devlet nezdinde fiilen tanınmış olması oldu. Bir miting alanına dönüşen Saraçhane Meydanı, girişinde polislerin arama yaptığı, içeride miting otobüslerinin bulunduğu, şarkıların ve türkülerin söylendiği bir yer haline geldi. Maltepe dolgu alanında yapılan 1 Mayıslara kıyasla, her ne kadar valiliğin açıklamaları sebebiyle endişelenen emekçilerin katılımı azalmış olsa da coşkunun ve beklentinin yüksek olduğu bir hava hakimdi.
Taksim’e yürüyüşün ne zaman olacağı sorusuyla gözler Bozdoğan Kemeri’ne dönerken; konfederasyon ve sendika yöneticileri ile CHP yönetiminin buraya gelerek basın açıklaması yapması, beklentiyi iyice arttırdı. Peki, sonra ne oldu?
Olan, polisin saldırısına ve CHP’nin alandan çekilmesine kadar hiç değişmeyen DİSK’in ve KESK’in Taksim kararlılığının, bu dakikadan sonra eylemi sonlandırmaya ve kitleyi dağıtmaya evrilmesiydi.
Olan, neredeyse on yıldır özellikle İstanbul’daki kitlesel eylemliliklerde ön açıcı olması beklenen dörtlünün, iradelerini CHP’ye teslim etmişçesine hareketsizliğe düşmeleriydi.
Olan, “siyaseti yumuşatma” iddialarıyla, iktidarı sarsılan Erdoğan’a verdiği koltuk değneği desteğinde başarılı olduğu belli olan CHP’nin, muhalefeti absorbe ederek tahakküm altına alma ve bu yolla, kapsayıcı muhalif lider olma görüntüsünün boşa düştüğünü anladığı noktada, emekçi kitleleri, sosyalistleri yalnız bırakmaya karar vermesiydi.
Olan, Ali Yerlikaya ile girilen yeni güvenlik devleti döneminde, bir lütufmuş gibi sunulan hukuk devleti normlarının reklam malzemesi olarak kullanmasına bir örnek olarak, Taksim’e yürümek isteyenleri polisin olay anında darp etmemesi; sadece, caydırma amaçlı kullanılması gereken biber gazını insanların yüzlerine sıkmakla yetinmeleriydi. Yakın geçmişe göre bir ilerleme bile sayılabilecek bu durum, 1 Mayıs sonrasında devamını göreceğimiz şovun bir başlangıcıyken; aynı zamanda, bu 1 Mayıs yasağının burjuva devlet normları açısından bile hukuksuz olduğunu gözlerden kaçırmak için iyi bir hamleydi.
1 Mayıs sonrasında sosyal medyada da servis edilmeye devam eden bu görüntüler, polisin ne kadar sağduyulu olduğuna dair övgülerle paylaşıldı. Bir polis memurunun toplumsal eylemlerde kullandığı şiddetin, neredeyse her zaman amirinin doğrudan ya da dolaylı emri/izni ile meydana geldiğini bilmiyormuşuz gibi, saldırgan göstericiler ile saldırılara göğüs geren polis güzellemesi yapıldı. Tabii tüm bu hukuk devleti ve yumuşak güç gösterileri, iki gün geçmeden yerle bir olacaktı. 25’i öğrenci 50 kişi, Anayasa Mahkemesi’nin Taksim yasağı hakkında vermiş olduğu “Anayasa’nın 34. maddesinde güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal ettiği tespitine” rağmen, tutuklandı.
Bu yeni güvenlik konseptinin bize gösterdiği, OHAL dönemlerindeki gibi, terör yaftasını kullanarak toplumu terörize eden ve her türlü toplumsal muhalefeti düşmanlaştıran devlet söyleminin, “normal” güvenlik tedbirlerinin “norm dışı” kullanılmasıyla değiştirilmesiydi. “Terör örgütü üyeliği” ve “terör örgütü propagandası” gibi, 7’den 70’e tüm vatandaşlara karşı her an kullanılmak üzere Demokles’in kılıcı gibi sallanan suç isnatları, yine iddialarda yer aldı. Ancak “toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet” ile “polise mukavemet” gibi, normal şartlarda gözaltını dahi gerektirmeyen suçlar, terörler ilintili suç isnatlarına göre çoğunluk kazandı. Burjuva demokrasisinin yeniden savunusu gibi görünen bu değişim, iktidarın daha demokratikleştiğini değil; uluslararası hukuk normlarına daha uyumlu – ama yine eskisi gibi, en ufak muhalefeti önlemeye ayarlı – bir politika çizmeye karar verdiğini gösteriyor. Yaşanan değişimi bu şekilde anlamlandırmayanların, önümüzdeki dönemde “yumuşama” hülyalarına daha çok kapılacağı ortada.[1]
1 Mayıs’ın iktidar cephesi
Yerel seçimlerde ciddi bir hezimete uğrayan AKP iktidarı, 20 yılı aşkındır işlediği suçların bedelinin ödenme zamanının yaklaştığını biliyor. Karşısında, AKP sonrası iktidarı şekillendirecek “güç” olarak mevcudiyet gösteren CHP ile anlaşarak; bu bedeli ödemeden, hesap vermeden çekilmenin hesaplarını yapıyor. CHP’nin seçim sonrası siyasetinin en açık göstergelerinden biri olan 1 Mayıs, bu anlamıyla tüm Türkiye sosyalist solu için iyi bir ders niteliğinde. İktidarı deviren özne, işçi sınıfın örgütlü gücü olmadığı sürece; olan sadece bir iktidar kliğinin yerine yenisinin gelmesi olacaktır. Taksim’e giden yol, CHP’nin AKP’ye kol kanat germesiyle açılacak, geçmişin lekelerinin unutulacağı tertemiz bir otoyol olacağına; sosyalistlerin plastik sopalarıyla, emekçi kitlelerin baskısıyla zar zor açılan gerçek bir patika olmalıdır. Zaten söylemde bu ihtimalden devamlı bahsedilse de, bu otoyolu açmaya ne CHP ne de AKP hazır ya da istekli gözükmüyor. O yüzden önümüzdeki tek seçenek olan bu yol, ancak işçi sınıfının eylemleriyle oluşacak aşağıdan gelen basınçla açılabilecektir.
Bu bağlamda, 1 Mayıs’ta sosyalist sola dair söylenebilecek yegane eleştiri, bu alttan baskının hazırlığının yeterince yapılmamış olmasıdır. Sosyalistlerin müdahalesiyle Saraçhane, iktidarın başka bir kliğinin şov alanına dönüşmekten kurtulmuştur. Ancak, Saraçhane’nin bir teslimiyet olmadığına ve Saraçhane’de CHP kuyrukçusu olmadan da var olunabileceğine dair bir etki yaratılmış olsa da; sosyalist sol, DİSK’in “gidiyorum” anonsuna varan süreci durduramamıştır. DİSK gidiyorum dediğinde, onun gitmemesini sağlayacak kitlesel gücü örgütleyememiştir. Bu kitlesel güce duyulan ihtiyaç, 1 Mayıs takvimselliği ile sınırlı olmayan bir eksikliktir.
1 Mayıs’tan sonrası
2024 yılının ikinci yarısı, çok açık ki emekçi kitleler açısından yine zor ve mücadele gerektiren meselelerle dolu geçecek. Kemer sıkma politikalarının emekçilerin omuzlarına yükleyeceği yükler, örgütlü bir mücadelenin gerekliliğini şimdiden kanıtlar nitelikte. Ancak Mehmet Şimşek’in programı ile tasarruflar, emekçi kitlelerin daha da sömürülmesine dayanırken; 1 Mayıs ve devamındaki süreçte gördüğümüz zor aygıtlarına, bu ekonomik zora karşı örgütlenebilecek kitle hareketlerinin önüne geçmek için de sıklıkla başvurulacaktır. Çelişkili bir biçimde, bu karanlık tabloya karşı mücadelenin karşılaşacağı engeller arasında, bu sözde yumuşama atmosferinin yer alacağını görmek de zor değil. Toplumsal barışın ve ekonomik refahın, AKP’nin gidişiyle kendiliğinden, otomatik olarak geleceğine inanan ve giderek CHP içinde konsolide olan kitle için “yumuşama,” her koşulda muhalefetin ehlileşmesini gerektiriyor. Başka bir deyişle, geçmişin üstüne sünger çekilmesi gibi bugün devam eden sömürüsünün de göz ardı edilmesi; bunların mücadelesini veren aktörlerin ise susmayı “öğrenmesi” gerekiyor.
“Şimdi buna ne gerek var?” gibi takvim belirleme tavırlarından “Biraz sabredin, her şey zaten düzelecek” naifliğine birçok söylemin, emek mücadelesinin toplumsallaşmasını engellemek için ortaya atılacağı aşikar. AKP iktidarının 20 yılı aşkın süredir uyguladığı insan hakları ihlalleri, peşkeş çektiği kamusal değerler, kolaylaştırdığı kadın ve iş cinayetleri, iktidarın başka bir kliki ile anlaşma aşamasında burjuva hukuk devletinin normlarına çekildi diye mücadeleden vazgeçmek, bizim önümüze koyduğumuz bir ajanda değil. CHP’ye yedeklenen sosyal demokrat cephenin farklı kesimlerinden gelen “Marjinal örgütler olmasaydı”dan “Gençler de öyle yapmasaydı”ya uzayan skaladaki hayıflanmalar, aslında kendi çıkarını değil, yönetenlerin çıkarını tekrarlamaktan başka bir şey değildir. Açık konuşalım, pazarlık şu anda AKP ile CHP arasında. Dolayısıyla bu pazarlığın öznelerinden biriymişçesine var olan politik enerjiyi kısıtlamak ya da bu enerjinin – Bozdoğan Kemeri’nin altında olduğu gibi – açığa çıktığı durumları kötülemek, kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.
Sosyalistler tam da bunu yapacak, işçiler iş bıraktığı için istediğiniz ürünleri tüketemeyeceksiniz, emekçiler sokaklara döküleceği için işinize, evinize, eğlencenize gidemeyeceksiniz. Tüm bunlar sizi rahatsız edecek ve gündelik hayat ritminizi bozacak. Hep tekrar edileni bir kez daha hatırlayalım, haklar bize verilmeyecek, biz onları alacağız. Ve bu rahatsızlık yaratan alma, ele geçirme eyleminin karşısında, Bozdoğan Kemeri’nde cisimleşen devletin zor aygıtları her zaman var olacak.
Saraçhane’ye gitmenin bir teslimiyet olup olmadığı konusunda 1 Mayıs öncesinde epey bir tartışma yaşayan sosyalist sol için de Bozdoğan Kemeri’nin söylediği şeyleri duymakta fayda var. Yumuşamaya rağmen var olan AKP-CHP geriliminde CHP lehine saf tutmanın da bu gerilimi görmezden gelmenin de fayda getirmeyeceği; aksine bu gerilim hattını beslemenin, siyaseti toplum lehine açacak hamle olduğunu görmüş olduk.
Şiddet tekelinin meşruiyeti
Güçsüz düşmüş ve mülayimleşme makyajına tutunmaya çalışan AKP’nin, her şeye rağmen otoriter devlet şovunu devam ettirme hezeyanı, 1 Mayıs’ta kendini sosyalist sola müdahale olarak gösterdi. Ancak tutsak arkadaşlarımızın sözlerinden dışarıdaki sosyalistlere anlıyoruz ki, bu müdahale solda bir korku atmosferi yaratamadı. Aksine, Selahattin Demirtaş, Sebahat Tuncel ve Selçuk Kozağaçlı gibi etki gücü yüksek siyasilerin; Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Can Atalay gibi Gezi İsyanı’ndan sorumlu tutulan figürlerin uzun yıllardır tutsak edilmesinin yanına, 50 sosyalistin 1 Mayıs’ta tutuklanması eklenmiş oldu.[2]
Siyaset teorisinde devletin tanımlarından en temeli, meşru şiddet tekeli olmasıdır. İktidarlar bu meşruiyeti bazen zor yoluyla bazen de ikna yoluyla kurarlar. Kolluk güçlerini kullanabileceği gibi medya ve okul gibi organlarını da seferber ederler. Türkiye’de yaşayan her birey, bunlardan oldukça nasiplenerek hayatına devam eder. Ancak devlet şiddetinin olağanlaşması belirli durumlarda, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kanıksamayı getirebilir. Bu kanıksama, toplumun duyarsızlaşması gibi toplumsal ve siyasal gücü pasifleştiren bir durum olabileceği gibi; aktörlerin eylem skalalarında bir genişlemeye de sebep olabilir. Burjuva hukukunun ceza hukukunda belirlediği suça uygun makul cezalar mantığı, tam da böyle bir genişlemenin önüne geçerek; bireyleri belirli suçlar karşılığında cezalandırırken, bireylerin cezası daha yüksek suçlardan çekinmelerine sebep olur. Türkiye’de siyasi suçlardan yargılanan kişilerin ortalama tutukluluk süreleri yıllarla ölçülürken; hükümlü birçok siyasi cezaevlerinde yıllarını geçirirken; burjuva hukukunun bu temel ilkelerini hatırla(t)mak trajikomik geliyor.
Sonuç
1 Mayıs tutuklamalarına yapılan itirazların kabul edilip, sosyalistlerin bir an önce bırakılmaları, temennimiz. Ancak bunun olmadığı durumda, Türkiye’deki hukuk sisteminin giderek gücünü yitirmesine ve etki kapasitesinin azalmasına tanıklık edeceğimiz de unutulmaması gereken bir gerçeklik. Amacımız iktidara burjuva hukuk sistemini öğretmekten ziyade; mevcut durumun çelişkilerine dair toplumsal bir farkındalık oluşturmak. Meşru eylemleri ve sözde “orantılı” güç kullanımları bahane edilerek tutsak edilen sosyalistler, cezaevlerinden daha da çelikleşmiş olarak çıkacaklar. Bu deneyimin Türkiye sosyalist soluna getireceği katkı, önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacaktır. Yumuşayan iktidarın vay haline diyelim.
[1] Kobani Davası’ndan çıkan kararlar, “yumuşama” söyleminin sınırlarının nasıl çizildiğini gösteren önemli bir örnek.
[2] Bu yazı yazılırken iki arkadaşımız, ilk itirazların ardından tahliye oldu. #HepsiniAlacağız