50 Yıllık Mevziler: Mahalle Siyasetinin Potansiyelleri ve Kısıtları – Nisan Sur

Türkiye devrimci siyasetinin bir dönem en önemli mevzilerinden olan, bazen farklı işlevleri üzerinden öne çıkan bazen de nostalji aracı olmakla kalan mahalleler, günümüz devrimci siyaseti açısından bir olanak mı yoksa çıkmaz mı yaratır? Bu yazıda, gecekondu mahallelerinden Direniş Komiteleri’ne, toplumsal hareket sendikacılığından dayanışma zeminlerine, devrimci siyasetler tarafından on yıllardır önemli örgütlenme zeminleri olarak görülen mahalleleri, barındırdığı potansiyel ve aynı zamanda siyaseten barındırdığı tehlikeler ile birlikte ele alacağım.

Sol’un mahalleleri: Gecekondular ve Direniş Komiteleri

Sol’un mahalleleri olarak adlandırılan ve özellikle büyük şehirlerde yer alan gecekondu mahalleleri, sermayenin iş gücü ihtiyacının artmasına paralel olarak, tarımdaki makineleşme sonucu kırsaldan kente göç eden yoksul kitlelerin sadece barınma ihtiyaçlarını karşılayan yerler olmakla kalmamış; aynı zamanda kolektif kimliklerini de yaratan mekanlar haline de gelmiştir. 1950’lerden itibaren kentlerde artan barınma ihtiyacına karşılık devletin kent planlamasını askıya alarak serbest bıraktığı gayri resmi yerleşmeler, 1970’lere gelindiğinde politik ve örgütlü bir karakter kazanmaya başlayacaktı. Kentlerde artan işsizlik, yoksulluk ve barınma sorunu, devrimcilerin 1970’lerin ortasından itibaren, gecekondu mahalleleri kurmalarını ve bu mahallelerdeki ulaşım, yol, su, haberleşmeye dair sorunlara çözüm bulmak amacıyla mahalle örgütlenmesine başlamalarını getirmiştir.[1]

Bunun yanı sıra mahalleler, Türkiye’de 1978-1980 arası faşist saldırıların yoğunlaştığı dönemde, başka bir kimliğe bürünmüştür. Bu faşist saldırılara verilen en örgütlü cevaplardan bazıları, mahallelerden gelmiştir. Çorum Katliamı sırasında ortaya konan direniş gibi örneklerin gösterdiği üzere mahalleler, başarılı savunma mevzileri yaratmıştır. Direniş Komiteleri’nin mahallelerdeki işlevi silahlı savunma ile sınırlı da değildi. Bu komiteler aynı zamanda, saldırılar sonrasında mahalleleri tekrar ayağa kaldıracak altyapının inşasından sosyal ilişkiler ağının yeniden canlanmasına, birçok başarıyı elde edebilmişti.[2] Direniş Komiteleri’nin bir başka işlevi ise, Sovyetler benzeri meclislerin başlangıç adımlarını oluşturmasıydı. Bu meclis nüveleri, daha çok 1980 sonrası öne çıkan, emek mücadelesi ile toplumsal hareketlerin kesiştiği ve müttefik öznelerin yan yana durduğu direniş formlarında daha da önem kazanacaktı.

Emek mücadelesinde yeni arayışlar: Toplumsal hareket sendikacılığı

1980’lerden itibaren, toplumsal hareket sendikacılığı kavramsallaşmasında da görüleceği üzere, değişen siyasal ve ekonomik koşullarla nedeniyle işçi sınıfının örgütlenmesinin sadece iş yerlerinden ibaret olamayacağı bir dönem başlamıştır. Neoliberalizmin alametifarikalarından olan esnek çalışma rejimi, işin parçalara bölünmesi nedeniyle giderek küçülen iş yerleri ve elbette ki güvencesiz ve kısa süreli işler, işçi sınıfının kendini ait hissedebileceği ve buradan mücadelesini kurabileceği klasik anlamdaki iş yeri mefhumunu giderek ortadan kaldırır. İşsizlik ile güvencesiz bir iş arasında gidip gelen, ücret yetersizliği sebebiyle birden fazla yerde mesai yapmak zorunda kalan emekçiler, kendi kimliklerini kurmak konusunda mahallelere ayrı bir önem atfetmeye başlarlar. Bu noktada yeniden üretim alanlarının örgütlenmesi önem kazanır. İşçinin kendini var ettiği, hayatına anlam kattığı mahalle, emekçilerin bir mücadele etrafında örgütlenebilecekleri ender yerlerden biri haline de gelir. Mahallenin bu değişen mekânsal işlevini ve farklı kimliklerle kendini mahallesinde var eden emekçileri örgütlemek ise, ekonomik çıkarlara odaklı bürokratik bir sendikal anlayış yerine; toplumdaki farklı eşitsizlikleri gören ve bunlarla mücadeleyi önüne koyan bir bakış açısına ihtiyaç duyacaktı.[3]

Türkiye’de toplumsal hareket sendikacılığının örnekleri uzun süre, yoksul mahallelerde eğitim, sağlık ve barınma hakları üzerine verilen mücadelelerle ilerlemiştir. Bu mücadeleler, hak savunusu üzerinden işçi sınıfını örgütlemeyi hedeflerken; kendini hem devletten hem de sermayeden kesin çizgilerle ayıran bir yere koyar. Bu örgütlülüğün en temel adımlarından biri, devletin baskıcı ve piyasanın bireyci yaklaşımdan uzak bir dayanışma anlayışının yeşermesi olur.

Mahalle Dayanışmaları: Kriz zamanlarının umut kırıntıları

21. yüzyılın başı, kapitalizmin sistemik krizleriyle çalkalanırken; dünya çapında eylemler, alt üst oluşlar ve halk ayaklanmaları tarih sahnesinde öne çıktı. Bu hareketliliğin kapitalizme ne kadar zarar verdiği ya da devrim tahayyülüne ne kadar katkıda bulunabildiği ayrı tartışma konularıdır. Ancak, “artık bitti” denilen ve önemsizleştirilen sınıf mücadelesi gerçekliği ve toplumsal hareketlerin iktidarı odaklamanın önemini fark etmesi, bu hareketliliğin getirisi oldu. Dünya’daki 2010’lar dalgasının Türkiye ayağına baktığımızda da, 2013 Gezi Direnişi’ni ve onun ardından süregelen örgütlenme biçimleri görülebilir. 1970’lerin Direniş Komiteleri’nin önüne koyduğu meclis formları ve toplumsal hareket sendikacılığının emek mücadelesinde aradığı yeni biçimler, Gezi Direnişi’nin bize miras bıraktığı mahalle dayanışmalarında kendilerine yer aradılar. Bu denemelerin Gezi sonrası döneme kısa süreliğine de olsa damga vurduklarını söylemek yanlış olmaz.

Ortak sorunlara ortak çözümler bulmak isteyen, yaşadıkları yeri “farklı bir mahalle mümkün” diyerek dönüştürmek isteyen binlerce insanın, kentlerin kamusal alanlarında, parklarında, işgal evlerinde bir araya geldikleri bir dönemdi bu. Bu deneyimlerden bazıları hızla parlayıp sönse de; gücünü epey yitirmiş olsa da birkaç mahalle örgütlenmesinin 10 yılı aşan deneyimleri, siyasi bir birliktelik alanı olan mahallelerin halen daha hem toplumsal hem de siyasal tahayyülde bir ağırlığa sahip olduğunu gösterdi. Ancak bu ağırlığı, durmaksızın aynı seviyede seyreden ya da kendiliğinden artan bir ivmelenme olarak görmek doğru olmaz. Belirli zamanlarda, belirli ihtiyaçlar doğrultusunda alevlenen ateş parçaları, mahalle örgütlenmeleri için daha doğru bir benzetme olabilir.

Bu alev anlarından belki de en yakıcı olanı, mahallenin fiziksel yakınlığının bir zorunluluk haline geldiği pandemi zamanıydı. Sosyal mesafe zorunluluklarıyla birbirimizden uzaklaştığımız, evde kalabilecek kadar şanslı olanların hayatlarının birçok bölümünü dijital mecralara taşıdığı Covid-19 salgını sırasında mahalleler, uzun zamandır unutulmuş bir kıymet ile yeniden hayatımıza girdi. İşe ya da okula giderken önünden geçilen sokaklar, sadece yakınlarımızla vakit geçirmek için oturduğumuz banklar, parklar, bir gecede konulan yasaklarla belirli bir mesafeden ötesinin görünmez olduğu pandemi çılgınlığında can simitlerimiz oldu. Evde kalabilecek olanlardan daha da “şanslı” olanlar, İstanbul gibi büyük kentleri terk ederken; kentin yoğun mahallelerinde, semtlerinde hapsolanlar, bir süre sonra tam da bu hapsolmanın bir “bir aradalık” duygusu getirdiğini fark ettiler. Herkesin birbirini gözetlediği, her hapşuruk ya da öksürük sesinin düşman bakışlara sebep olduğu, yabancı düşmanlığı, yaşlı düşmanlığı ve daha çeşit çeşit düşmanlığın yükseldiği salgında, işinden olanlara dayanışma kolileri götüren, eczaneye çıkamayan yaşlı komşusuna ilaçlarını getiren, okula gitmeyen çocukların parklarda nefes almasına vesile olan, mahallelinin kendisi oldu. Ve bu da, tükenip bittiği sanılan dayanışma duygusunu yeniden alevlendirdi.

Benzer bir dayanışma, Şubat 2023’teki Maraş Depremleri’nin ardından bir kez daha kendini gösterdi. Beklenen İstanbul depreminin hatırı sayılır büyüteç etkisiyle çoğalan empati, İstanbul’un birçok mahallesinde dayanışma pratiklerini harekete geçti. Sokaklarda, pazar arabalarıyla toplanan kıyafetler, ısıtıcılar, yiyecekler, bir mahalleden öbürüne, deprem bölgesindeki yıkılan mahallelere ulaştı.

Tüm bu dayanışma pratiklerinin içinde failler unutulmadı: Pandemide milyonlarca insanın ölmesinin sebebinin neoliberalizmin neferi olan ve ulusal sağlık sistemlerini çökerten devlet politikaları olduğu; depremde yıkılan binaların, gitmeyen yardımların sorumlusunun hem merkezi hem de yerel yönetimlerin kentsel rant hırsı olduğu, tam da bu dayanışma pratiklerinin öznesi olan sosyalistler tarafından dile getirildi, ifşalandı. Dayanışmanın bir parçası olan bu siyasi hesap sorma, vicdanlı, iyi niyetli yardımseverlerden farklı olarak dayanışma içindeki bireylerin, devletin yasal ve yasadışı zor aygıtlarıyla karşı karşıya gelmesine sebep oldu. İçinde olan özneler için bazen geri planda kalabilse de, ne devlet ne de sermaye, 50 yıllık mahalle örgütlenmelerinin siyasi potansiyelini hiçbir zaman unutmamıştı.

Ekonomik, siyasi ya da toplumsal kriz anlarının fitilini yaktığı parlama anlarında mahallelerin hızlı bir şekilde dayanışma odakları olarak harekete geçebilmelerinin sebep-i mucizesi, devrimci mücadele perspektifini yitirmeyen sosyalistlerin söz konusu mahallelerde örgütlenme çabası; o yoksa gündelik yaşamın bir parçası olarak varolmaya çabalamaları idi. Mahalle örgütlenmeleri, daha çok büyük ölçekli kriz anlarında görünür olsa da; bu anların dışında da mahallelerde var olmaya çalışıyordu. Ancak sorun, bu örgütlenmelerin içinde yer alan sosyalistler, her ne kadar kendilerini eşit ve siyasi mücadele perspektifini yitirmeyen bir konumda tutmaya çalışsalar da; “piyasa ilişkilerinin vicdanı” olarak görülme tehlikesini her daim içinde barındıran dayanışma, mahalle siyasetinin çıkmaz sokağı da olabilmekteydi. Sermayenin savunduğu sürdürülebilirlik ideali ile beraber giden bu yardımseverlik bakışı, sorunun kaynağına inmektense semptomları ortadan kaldıran ve bir yandan da, ortaya çıkabilecek tepkinin gücünü azaltan bir işlev görür. Mahalle çalışmalarının dışarıdan bakan bir göz tarafından indirgenebileceği tehlikeli yer, tam olarak burasıdır.

Mahallenin muhafazakarlığı: Akıntıya karşı kürek çekmek?

Mahalleler, mahalle örgütlenmeleri ve mahalle siyaseti, sosyalistler açısından içinde nostaljiyi de barından siyasi bir öneme sahip olsa da; doğası gereği muhafazakar bir birim olan mahalle, hızla değişen kent hayatı karşısında değişime direnen bir “ev” alegorisidir. Bu bazen mücadelenin lehine, bazen de aleyhine işleyebilir. Mahalle kendinden olanı korur: Yeri gelir devletin zoruna karşı korur. Yeri gelir dışarıdan gelenin baskısına karşı. Ancak bazen de mahalle, tam da bu koruma işlevi üzerinden, kendisini bir baskı mekanizmasına dönüştürebilir. Muhafaza ettiği yapının temsilcileri (çoğunlukla “mahallenin abileri” diye tabir edilen ataerkil aktörler), bu yapının dışına çıkmaya yeltenen sakinlerini tekrar hizaya sokmakla da kendilerini sıklıkla sorumlu sayarlar.

Bu nedenle mahalle, üniversite gibi aktörlerin dönüşüme açık olduğu ya da iş yerleri gibi çatışmanın kaçınılmaz olduğu mekanlardan farklı olarak, sosyalist siyaset üretme çabasının oldukça zor olduğu bir alandır. Bu zorluğun yanında, ne üniversitelerin ne de işyerlerinin sahip olmadığı bir gücü de vardır: Burası evimizdir. Kendimizi yenilediğimiz, kapitalist döngüde ertesi gün yeniden işe gidecek kadar yeniden üretildiğimiz mekân olmasının yanı sıra; kapitalist döngünün dışında kalan zamanı yani gerçekten tercih ettiğimiz hayatı yaşadığımız alanlardır da. Dayanışmanın ön planda olabildiği geniş bir alan faaliyetine olanak tanıyan yer de, yine mahallelerdir. Tam da bu nedenle, mahallenin değişen anlamlarına rağmen – veya özellikle bu anlamlarla beraber – sosyalistler, mahalleden vazgeçemezler.

Mahalle siyasetinin, mahalleye içkin muhafazakarlıkla ilgili bir başka kritik sorunu, burada toplumsal ve siyasal mücadele veren öznelerin kendi iç mücadelesidir. 1970’lerden 2020’lere, aradan geçen 50 yıllık sürede sosyalistler de mahalleler de büyük değişimlerden geçseler de; mahalle siyasetinin öznelerinin karşılaştığı kısıtlar, 50 yıla inat çok ince farklarla devamlılığını sağlayabilmektedir. Örnek olarak, mahallelerde siyaset yapacak kadınların mahallenin hassasiyetlerine göre nasıl giyinmeleri gerektiği, zaman makinesinde dondurulmuş bir sorun olarak 2020’lerde bile bizi bekler. Tırnaklarındaki ojeden giydiği ya da giymediği sutyene, kadınların anneannelerinin jenerasyonundan yoldaşlarıyla paylaşabilecekleri birçok anıları birikir. Kadın özneler için bu denli aşikâr olan zorluklar, erkek özneler için daha kapalı ve bu nedenle daha içkin sıkıntılara sebep olabilir.

Kadınların yaşadığı toplumsal baskıların birçoğu ile karşılaşmayan, aksine mücadele hayatları boyunca aşmaya çalıştıkları ayrıcalıkları bir kez daha önlerine serilmiş bulan erkek özneler, birçok toplumsal cinsiyet normu ve rolü ile sınanırlar. Üniversitede, fabrikada, iş yerinde, sokakta, kırsalda kurulabilecek eşitlikler, burada fabrika ayarlarına döner. Komşu “abinin” nasıl bakacağı, esnaf “ablanın” ne diyeceği öyle önemli hale gelir ki; özne kendinden verdiği tavizlerle giderek daha fazla, dönüştürmeye çalıştığı mahalleliye kendisi dönüşmeye başlayabilir. O halde mahalleye içkin olan muhafazakarlık ile mücadele etmek, mahallede eşitlikçi, kolektif ve piyasadan azade bir siyaset oluşturmaya çalışmak, akıntıya karşı kürek çekmek mi demektir?

İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin getirdiği kısıtlar ve mahalle siyasetinin taşıdığı potansiyeller göz önüne alındığında, bu sorunun cevabı “hayır.” Ancak bunun nasıl olabileceğine bakmak kritik önemdedir. Mahallenin, dışarıdan onu dönüştürmek için gelen aktörün kendisini değiştirecek kadar güçlü bir yapı olduğu gerçeğini kabullenmek, “nasıl” sorusuna başlangıç yanıtı olabilir. İkincisi, elbette ki alanın ihtiyaçlarını ve sorunlarını görmezden gelen bir yerden değil; ancak sosyalist mücadelenin olmazsa olmazlarının, mücadele ilkelerinin mahallenin zorunlulukları ile karşılaştırıldığında üstte tutulması, bir başka yanıt olacaktır. Son olarak ise, kendi durağanlığında zamanı, orada bulunan tüm aktörler için durdurabilen mahallenin, mahalledeki siyasetin gerekliliği ve sosyalist mücadeleye faydası, her daim sorgulanmalıdır. Yukarıda sayılan demokratik halk meclisleri ya da emek mücadelesi araçları gibi işlevlerin uygulanamadığı durumlarda, mahalle çalışmalarını asgariye indirmek ya da mahalleden tamamen vazgeçmek seçeneği, zor da olsa, unutulmamalıdır.

Özetle, yarattığı tüm eşitsizliklere ve barındırdığı tüm sorunlara rağmen kentlerin özgürleştirici havasının, ev alegorisi olan mahallenin sınırlarından ne kadar sızabildiği ve kendinden dışarısı ile bağlarının – buna sosyalist siyasetin bağları olarak da bakmak önemli – ne kadar sağlamlaştırılabileceği soruları,[4] mahalle siyaseti geliştirmek isteyen tüm sosyalistlerin akıllarının bir köşesinde kalmalıdır. Mücadele verilen yere bu kadar eleştirel durmak; bir yandan da, bu kadar samimi bağ kurabilmek, devrimcilerin mahalle siyaseti ile önüne koyduğu zorlu çifte görevdir. Birbirine tezat gibi görünen, ancak birbirini tamamlayan bu ikilik, mahallenin açmazını çözüp onun daha önceden ortaya çıkmamış potansiyellerine kavuşmasını sağlayabilir. Kentler, fabrikalar, iş yerleri, üniversiteler, evlerin içi bile, kapitalizmin yeni formlarıyla değişirken ve sınıf mücadelesi bu değişime ayak uydurmak için yeni formlar ararken; devrimci bir mahalle siyasetinin de mahalleyi, durağan kalma yanılsamasından uyandırmasının zamanı gelmiştir. Şunu kabul edelim, eski komşuluk ilişkileri gerçekten öldü. Eskiyi diriltmektense yenileri için kolları sıvayalım.

[1] Gecekondu mahalleleri ve Türkiye Solu’nun ilişkisine 1 Mayıs Mahallesi örneğinden bakan Şükrü Aslan’ın çalışması bu konuyla ilgili incelenebilir: Aslan, Ş. (2004). 1 Mayıs Mahallesi: 1980 Öncesi Toplumsal Mücadeleler ve Kent. İstanbul: İletişim Yayınları

[2] Direniş Komiteleri ile ilgili Özay Göztepe’nin kısa ama öz yazısı, günümüz ile geçmişi birbirine bağlayan iyi bir tartışmadır. Bkz. https://sendika.org/2023/02/direnis-komitelerinden-dayanisma-komitelerine-678491

[3] Toplumsal hareket sendikacılığı ile ilgili önemli kaynaklardan ikisi: Moody, K. (1997). Towards an international social-movement unionism. New Left Review, 52-72 ve Waterman, P. (1993). Social-movement unionism: A new union model for a new world order?. Review (Fernand Braudel Center), 245-278.

[4] Bu soruları düşünmek için Doreen Massey’in çalışmalarına bakmakta fayda var. Birkaç örnek: Massey, D. (1993). Power geometry and a progressive sense of place. J. Bird (Ed.), Mapping the Futures: Local Cultures, Global Change içinde (ss. 60-70). London: Routledge ve Massey, D. (2004). Politics and space/time. Place and the Politics of Identity içinde (ss. 139-159). Routledge.