ABD, Çin ile askeri ve ekonomik olarak umutsuz bir rekabetin içerisinde git gide zemin kaybediyor.
ABD’li egemen sınıfın “rekabet” derken gerçekten kastettiği şey Çin üzerindeki egemenliğini pekiştirmek ve Çin toplumunun ABD’nin hem Çin hem de dünyanın geri kalanı üzerindeki kontrolünü azaltabilecek herhangi bir şekilde gelişmesini engellemektir.
Buna karşılık Çin’in politikası, yüzyılı aşkındır tüm Küresel Güney’i yoksulluk ve bağımlılık içerisinde tutan emperyalist mengeneden kurtulmak üzerine eğilmektedir.
ABD’nin kararlı adımlar atmadığı taktirde kaybedeceğine dair oluşan geniş konsensus sadece Trump’ın Çin’e yönelik gümrük vergilerini değil, aynı zamanda Biden’ın ABD sanayisine yönelik devasa sübvansiyon programı ve Çin’e yönelik teknoloji yasakları gibi önceki ABD politikalarını da şekillendiriyor. Trump ve Biden’ın Çin’e yönelik tutumları farklı formlarda olsa da amacı aynı: Çin’i ezmek.
Bu çatışma, şovenist Çin karşıtı propagandacıların bizi inandırmak istediği gibi bir “büyük güç rekabeti” örneği değildir. “Büyük güç rekabeti” demek, çatışmanın temel dinamiğinin üstünü örtmektedir; çatışma tamamen farklı iki toplum tipi arasında meydana gelmektedir. Çin, kendisini boğmaya çalışan ellerden kurtulmaya çalışan devasa ve siyasi olarak bağımsız bir Küresel Güney toplumudur. ABD yeryüzündeki en zengin ve en vahşi kapitalist devlettir. ABD, zenginler kulübü müttefikleriyle (Avustralya gibi) birlikte Çin’i (ve bir bütün olarak Küresel Güney’i) boğucu bir şekilde kontrol altında tutmaya çalışmaktadır.
Emperyal ırkçılar için 1.4 milyar Çinlinin onurlu yaşam ve kalkınma hakkı -ve aynı hak tüm Küresel Güney için de geçerlidir- önemli değildir. Bunun “büyük güç rekabeti” olduğunu kabul eden Küresel Kuzey sosyalistleri de (sadece tanımı “emperyalistler arası rekabet” olarak değiştirerek) benzer bir dünya görüşüne sahip olmalıdır.
Çin ABD’yi Boyunduruk Altına Almış Değil
Çin’in emperyalizm için oluşturduğu gerçek “tehdit” kendi boyunduruğunu kırmak ya da azaltmaktır. Emperyal elleri boğazından uzak tutarak, Çin toplumu için biraz daha nefes alabilecekleri alanlar kazanarak Çin politikasının amaçladığı şey Çin’in emperyal devletler tarafından sömürülme derecesini düşürmektir. Çin’in gelişimin emperyalizme yarattığı gerçek tehdit işte budur.
Özellikle son otuz yılda, emperyalist toplumlardaki ekonomik genişleme ve servet birikimi Çin’deki ve Küresel Güney’deki emekçilerin sırtında taşınmıştır. Bu yüzyılda büyüyen tüm endüstriler, Küresel Güney’deki devasa, genişleyen, süper sömürülen ve giderek daha üretken hale gelen fabrika işgücünün sırtında inşa edilmiştir. Yine de onlarca yıllık ilerlemenin ardından aynı küçük ülkeler kulübü (Avustralya da dahil), Çin dahil tüm Küresel Güney toplumlarından kat kat daha zengin olmaya devam etmektedir.
Emperyalist refah Küresel Güney sömürüsü üzerine inşa edilmiştir. Aşırı Çin karşıtı histerinin altında yatan temel gerçek budur. Çin’in kalkınması emperyalistlere boyun eğdirme tehdidi oluşturmamaktadır. Ancak emperyalist toplumlar, Çin’e ve küresel Güney’e boyun eğdirmeye devam etmeden mevcut halleriyle var olamazlar. Dolayısıyla Çin’deki gelişmeler emperyalizmi tehdit etmektedir. Çin’deki işçilerin ürettiği serveti (ya da Marksist terimlerle söylersek, değeri) sömürerek – yani emerek – elde ettiği emperyalist kârların büyük bir kısmına ulaşma yetisini ya da bu sömürü derecesini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya. Emperyalist toplumun tamamen bağımlı hale geldiği bu asalak bağımlılık biçimi, ciddi bir krize girmeden aşılamaz.
Dahası da Çin’in kalkınmasının, toplumun boynunu sıkan elleri kaldırma ya da yalnızca bir eli kaldırma hatta sadece boğazını sıkan parmaklardan birkaçını kaldırmasını sağlayabilme tehdidi diğer Küresel Güney ülkelerinin Çin’in ayak izlerini takip edebileceği bilinmeyen bir durum yaratma potansiyeline sahiptir.
Emperyalist Tekelcilik ve Günümüzde Çin
Emperyalist ülkelerin Küresel Güney’deki fabrikalarda üretilen zenginliğin çoğunu kendilerine mal edebilmelerinin nedeni, nihayetinde teknolojik ve bilimsel tekeller geliştirmeleridir. Bu, emperyalist kıskacın (mali, askeri ve ticari gibi diğer tüm emperyalist tekel biçimlerinin dayandığı) altında yatan temel biçimdir. Bu hem emperyalistler hem de Çin politikası tarafından yaygın olarak kabul edilen bir şeydir.
“Çin tekelci denetimi kırıyor mu?” sorusu esasen, Çin’in ABD’nin ve diğer emperyalist devletlerin ortaklaşa sahip olduğu bilimsel tekelci denetimi kırıp kıramayacağıyla ilgilidir. Bu soruyu yanıtlayabilmek için, emperyalizmin bilimsel tekelinin küresel kapitalist üretimde, dünya pazarı için üretimde ve emperyalist ülkelerle Küresel Güney ülkeleri arasındaki küresel emek bölümünde tam olarak nasıl tezahür ettiğini anlamamız gerekir. Rekabetin gerçekte nasıl işlediğini anlayabilmek için sadece “uzaktan bakmak” yetmez; aynı zamanda çeşitli üreticilerin emek süreçlerine yeterince yakından bakmamız, bu emek süreçlerinin belli başlı ve özgün türlerinin bazı durumlarda nasıl tekelin temeli olabildiğini, bazı durumlarda ise olamadığını görmemiz gerekir.
Genel olarak konuşursak, modern emperyalist egemenlik, emperyalist devletlerin üretim araçlarını sürekli olarak “üretim araçlarında devrimci bir dönüşüm” üzerindeki tekeline dayanmaktadır (Marx’ın Komünist Manifesto’da belirttiği gibi). Çin, üretim araçlarında yapısal bir devrim gerçekleştiren yeni bir teknolojiyi ne icat etmiş ne de piyasaya sürmüştür — ve büyük olasılıkla bunu yapamayacaktır. Elektrik, petrol ya da internet gibi dünyada çığır açan büyük bilimsel teknolojilere benzer şekilde Çinli üreticiler tarafından geliştirilen ve piyasaya sunulan hiçbir büyük, dünyada ilk olan teknoloji yoktur.
Ancak bugün Çin’in en gelişmiş üreticilerine baktığımızda, önemli ve yeni bir olgunun ortaya çıkmaya başladığı görülüyor. Çinli üreticilerin mevcut teknolojileri benimseme ve uyarlama hızının giderek artması, emperyalist ülkelerin yeni teknolojileri geçmişteki gibi tekelci ve aşırı kârlı bir şekilde pazarlama yeteneğini zayıflatmaya başlamış olabilir — ki bu, emperyalizmin tarihsel modelinin temeliydi.
Son yirmi yılda Çin’in ABD’nin yerini almaya başladığına dair sayısız iddia ortaya atıldı. Ancak oldukça yakın zamana kadar, Çin esas olarak düşük değerli ve üretimin çevresel alanlarında rekabetçiydi. Yeni olan şey, Çinli üreticilerin artık değer zincirinin oldukça üst kademelerindeki teknikleri radikal bir şekilde benimseyebiliyor olması. Bu, pandemi sonrası dönemde geniş çapta ortaya çıkmaya başlayan yeni bir olgudur.
Çin, özellikle 2021’de emlak sektöründeki spekülatif fiyat balonunun patlamasıyla yavaşlayan ekonomik büyümeye, imalat sektörüne yönelik devlet desteklerini artırarak yanıt verdi. Bu destekler, Çin’in politika belgelerinde “yeni nitelikli üretici güçler” olarak adlandırılan alanlara ve özellikle “yeni üçlü” sanayi koluna — elektrikli araçlar, bataryalar ve güneş panelleri dahil olmak üzere fotovoltaik ürünler — yoğunlaştırıldı. Çin iç pazarı büyük olsa da, bu sektörlerin ölçeği aynı zamanda onları ihracata son derece bağımlı hale getiriyor. Ortaya çıkan ucuz Çin ihracat dalgası, birçok emperyalist devletteki rakip işletmeleri ezip geçme tehdidi yaratıyor ve bu durum “İkinci Çin Şoku” olarak adlandırılıyor. Trump’ın gümrük tarifeleri ve diğer ABD ekonomik saldırganlıklarının büyük ölçüde bu duruma yanıt olarak geliştirildiği söylenebilir. Bu rekabetin kilit unsurlarını incelemek, ABD-Çin mücadelesinin bugünkü durumunu anlamak açısından hayati önem taşımaktadır.
Çin’in Gelişimi ve Emperyalist Süper-Kârlar
İlk “Çin şoku”, Aralık 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) kabul edilmesinden sonra gerçekleşti. Bu durum, başta giyim ve ayakkabı, tekstil, mobilya ve ucuz tüketim malları gibi düşük değerli sektörlerde olmak üzere büyük bir ucuz Çin malı ihracat dalgasına yol açtı. Bu sektörlerden, düşük kâr oranları nedeniyle emperyalist tekelci şirketler zaten yatırımlarını çekmeye başlamıştı. Birinci ve ikinci Çin şoklarını karşılaştırmak, Çin-ABD rekabetinin doğasında yaşanan değişimi ortaya koymaktadır.
ABD’de uzun süredir dolaşan milliyetçi bir anlatı, özellikle Çin’in 2001’de DTÖ’ye kabul edilmesinden sonra imalat sanayisinin hızlı gelişiminin ABD’de üretim sektörünü adeta yok ettiğini ve büyük iş kayıpları ile sanayi bölgelerinin yıkımına neden olduğunu savunur. Oysa gerçekte, ABD’deki üretim istihdamındaki düşüş, Çin’in kapitalist dünya pazarına girişinden çok önce başlamış uzun vadeli bir eğilimdir. Bu düşüşün temel nedeni, ABD içinde el emeğinin giderek daha yüksek düzeyde otomasyonla ikame edilmesi yoluyla artan iş gücü verimliliğidir. Bu eğilim üretim istihdamını azaltırken, aynı dönemde ABD’nin toplam üretim çıktısının mutlak değeri —2001 sonrası da dahil olmak üzere— artmaya devam etmiştir.
Otomasyonun yanı sıra, ABD’deki imalat sanayi stihdamının azalmasında üretim süreçlerinde ve uluslararası iş bölümünde meydana gelen, emperyalist sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda yönettiği yapısal değişikliklerin de rolü büyüktür. 1980’ler, 1990’lar ve 2000’lerde üretim süreçlerinin “neoliberal küreselleşmesi”nin ardında yüksek düzeyde teknik uzmanlaşma bulunmaktaydı. Farklı ülkelerin genel emek sürecine ne tür emek katkısında bulunduğu kritik belirleyici faktördür.
Bu uzmanlaşma modeli, ülkeler arasındaki zenginlik ve gelir uçurumu ile paralellik gösteren kutuplaşmış bir yapıya sahiptir (ve büyük ölçüde hâlâ bu şekildedir). Küresel Güney ülkeleri, Samir Amin’in deyimiyle, “sıradan” emeğin farklı biçimlerinde uzmanlaşırken; emperyalist ülkeler bunun tam tersine, ileri düzeyde teknik ve bilimsel emekte uzmanlaşmıştır. Emek (ve dolayısıyla üretim) uzmanlaşmasının bu yapısı, dünyadaki yoksul ve zengin ülkeler haritasıyla örtüşmekte ve büyük küresel servet eşitsizliğinin başlıca nedeni olarak öne çıkmaktadır.
2001 sonrası özellikle hız kazanmakla birlikte, Çin uzun süredir bu sıradan emek süreçlerinin güneye doğru kaymasının en büyük hedefi olmuştur, ancak tek adres de değildir. Ayrıca, bu eğilimi Çin ne belirlemiş ne de kontrol etmiştir. Çin’deki üretim artışının büyük bir kısmı, ABD’li şirketlerin kendi üretimlerini Çin’e kaydırması ve ürünleri tekrar ABD’ye göndermesiyle gerçekleşmiştir (gerçi son birkaç yıldır ABD’li planlayıcılar bu üretimi Meksika ya da daha kolay denetleyebileceklerini umdukları diğer Küresel Güney ülkelerine taşımaya çalışmaktadır).
Çin’in üretim ve ihracat gücü olarak hızlı yükselişi, bu ABD liderliğindeki emperyalist çerçevenin içinde gerçekleşmiştir. Elbette bu küreselleşmiş düzenden ABD sermayesi devasa süper-kârlar elde etmektedir. Çinli ve diğer Küresel Güney işçilerinin aşırı sömürüsü, üretim maliyetlerini düşürerek ve tüketim mallarını ucuzlatarak (bu da içerdeki ücretleri düşük tutmayı kolaylaştırır), ABD sermayesinin genel kârlılığını artırmıştır. Elbette bazı marjinal sermayedarlar bu süreçte iflas etmiş ya da geride kalmıştır, ancak genel olarak ABD sermayesi —özellikle büyük sermaye— her zamankinden daha zengindir.
2000’lerde Çin malı tüketim ürünlerinin ABD pazarına “şok” girişinin, eski sanayi merkezlerindeki işçi sınıfı topluluklarında yaşanan yıkımın başlıca nedeni olduğu yönündeki iddialar,gerçekliği yansıtmaz ama uygun bir günah keçisi işlevi görür.Zira zaten 1970’ler ve 1980’lerde ABD’li sermayedarlar, ülke içindeki işçi sınıfının sanayi gücünü ve toplumsal etkisini kırmayı hedefliyordu. “Off-shoring” (üretimin dış ülkelere kaydırılması), yani yukarıda açıklanan kutuplaşmış küresel emek bölümünün kurulması, bu stratejinin otomasyonla birlikte temel araçlarından biri olmuştur.
Kutuplaşmış Küreselleşme Deseni
Bugün ABD’nin Çin üretimiyle rekabet edemediği ve artan ABD tarifelerinin bu rekabet gücü kaybına bir yanıt olduğu düşüncesi, soyut bir genellemedir. Bu, bazı ürünler (veya hizmetler) için doğrudur ama bazıları için geçerli değildir. Ancak bu fark rastlantısal değildir; belli, anlaşılabilir bir deseni izler.
Gerçekten de ABD, ayakkabı ve giyim gibi ürünlerin üretiminde — yalnızca Çin’e karşı değil, Bangladeş veya Endonezya gibi ülkelere karşı bile — rekabet edemez. Örneğin, ABD, tükettiği ayakkabıların %99’undan fazlasını ithal etmektedir. Öte yandan, ABD birçok başka üründe rekabet edebilmekte ve hatta bu rekabeti kazanmaktadır. Örneğin, ABD; petrol ve doğalgaz, uçak ve uçak parçaları, belirli makineler, bazı tarım ürünleri, finansal ve ticari hizmetler ile medya gibi sektörlerde büyük ihracatlar ya da ihracat fazlaları vermektedir. Peki neden?
Bu deseni anlamak için, daha önce söz edilen iki karşıt emek türünü — sıradan emek ile ileri düzey teknik/bilimsel emeği — yeniden hatırlamamız yeterlidir. Bir ürünün üretiminde baskın olan emek türü, o ürünün pahalı emeğe sahip olan Küresel Kuzey ekonomilerinde mi, yoksa ucuz emeğe sahip Küresel Güney ülkelerinde mi rekabetçi şekilde üretilebileceğini belirler. Bir ürün (veya ürünün bir parçası) büyük ölçüde ileri düzey bilimsel ya da teknik emeğe dayanıyorsa, emperyalist devletlerdeki üreticiler genellikle üstün gelir. Ürün büyük oranda “sıradan” emeğe dayanıyorsa, Küresel Güney ülkeleri rekabeti kazanabilir — ve çoğu zaman kazanır.
Eğer karmaşık bir ürün her iki emek türünü de içeriyorsa, bu ürünlerin üretimi genellikle küreselleşir: üretimin bir kısmı Küresel Güney’de, bir kısmı ise emperyalist ülkelerde gerçekleştirilir. Birçok ürün ya da endüstri, bu şekilde karma bir yapıya sahiptir ve her iki emek türünü farklı oranlarda içerir. Bu durumda rekabet yalnızca hangi şirketin ya da ürünün satıldığı (veya fiyatı) etrafında değil, aynı zamanda ürün satıldığında elde edilen toplam gelirden hangi şirketin (ve hangi toplumun) daha büyük bir payı alabildiği etrafında döner.
Elbette, eğer bir ülke bir ürünün üretimi için gerekli emeğin %50’sini sağlıyor ama satış gelirinin sadece %10’unu alıyorsa, bu tekelci olmayan bir konumdur. Bu durumun en bilinen örneklerinden biri Apple’ın iPhone’udur. Pek çok çalışma, iPhone’un Çin’de monte edilmesine ve Çinli üreticilerin ürün için gereken emeğin çok büyük bir kısmını sağlamasına rağmen, Çin’e satış fiyatının %10’undan bile azının gittiğini göstermiştir.
Daha az bilinen bir gerçek ise şudur: aynı dinamik, Küresel Güney üreticileri tarafından piyasaya sunulan karmaşık ürünler için de geçerlidir. Örneğin, Çin yapımı yolcu uçağı COMAC C919, motor, aviyonik sistemler, yardımcı güç sistemleri, “fly--wire” kontrolleri ve navigasyon gibi ileri teknoloji bileşenlerde ABD ve Fransız şirketlerine (örneğin General Electric ve Honeywell) bağımlıdır. COMAC zarar etse bile, bu emperyalist şirketler tekel kârları elde etmeye devam edebilir. Hatta Çin, bu yüksek teknoloji girdilerine bağımlı kaldığı sürece, bu şirketler yüksek fiyat talep ederek COMAC’ı zarara sürükleyebilir
Tekel Kurma ve Tekelin Dağılması Ritmi
Yeni teknolojinin ticarileştirilmesi (ki günümüzde bu teknolojiler şirketlerden ziyade emperyalist devletler tarafından üretilmektedir), emperyalist devletlerdeki tekelci sermaye gruplarına süper-kâr (yani ortalama kâr oranlarının üzerinde kâr) sağlar. 19. yüzyılda Manchester’daki tekstil sanayisi, 20. yüzyılda ABD’nin otomotiv, gemi yapımı ve makine üretimi sektörleri, ya da günümüzdeki “Muhteşem Yedili” olarak adlandırılan devasa ABD merkezli teknoloji tekelleri, süper-kârlarını çağdaş rakiplerine karşı sahip oldukları teknolojik üstünlükten elde etmiştir.
Ancak herhangi bir üretim süreci, başlangıçta ne kadar “yüksek teknoloji”ye dayalı olursa olsun, bu niteliğini sonsuza dek koruyamaz. Zamanla, üretim süreci yaygınlaşır, tanınır ve standartlaşır; bu noktadan itibaren artık yüksek nitelikli bilimsel-teknik emek yerine esas olarak “sıradan emek” gerektiren bir üretim alanına dönüşür. Bu dönüşümden sonra ileri düzey uzmanlık bilgisi ya hiç gerekmez ya da çok sınırlı düzeyde gereklidir. Örneğin, bugün giyim üretiminin büyük çoğunluğu bu duruma örnektir.
Üretimin standartlaştığı bu aşamada, artık üretim süreci içinde tekelleşmeye olanak tanıyan bir unsur kalmaz. Aynı ya da benzer ürünleri üretmeye başlayan diğer üreticiler çoğaldıkça, tekelci süper-kârlar giderek ortadan kalkar, yerini ortalama kâr oranlarına — hatta zarar oranlarına — bırakır. Bu noktada, kapitalist açısından bakıldığında, yüksek ücretli Küresel Kuzey işçilerine ödeme yapmak artık irrasyoneldir; çünkü aynı iş Küresel Güney’de çok daha düşük ücretle yapılabilir.
Son birkaç onyılda Çin’in dünya pazarındaki rolüne baktığımızda, bu tekel kurma ve tekelin kırılması ritminin etkilerini açıkça görebiliriz. Çinli üreticiler, uzun süredir pek çok ürün türünü tersine mühendislik yoluyla yeniden üretme ve sadeleştirme konusundaki yaratıcı kapasiteleriyle tanınmaktadır. Bu beceriler ilk zamanlarda “taklit” ya da “çakma ürün” olarak küçümsense de, Çinli üreticiler bu konuda — yani mevcut karmaşık ve tekelci ürünlerin daha sade ve ucuz versiyonlarını üretmekte — dünyadaki en gelişmiş aktörler haline gelmiştir. Bu, Çin üretiminin toplumsal olarak ilerici bir niteliğidir.
Mevcut ürünlerin sadeleştirilmesi, insanlığın üretici güçlerinin gelişimine hizmet etse de, bu süreç Çinli üreticilere yeni bir tekelci konum kazandırmaz. Yakın zamandaki örneklerden biri, Çin yapımı yapay zekâ sohbet robotu DeepSeek’tir. DeepSeek, rakibi olan ABD merkezli sohbet robotlarından daha iyi performans göstermemektedir; ancak benzer sonuçlara daha az kaynak (özellikle enerji) ve daha az gelişmiş mikroçiplerle ulaşmaktadır. Yani DeepSeek, kendi teknolojik tekelini kurmaktan ziyade, daha az gelişmiş kaynaklarla aynı sonucu elde ederek, emek sürecini sadeleştirmekte ve böylece o sürecin tekelci karakterini zayıflatmaktadır. Bu da, yatırım kararlarını tekelci kârlara dayanarak almış olan ABD’li şirketlerin zarar görmesine yol açmaktadır.
İşte tam da bu türden, tekelleşmemiş Küresel Güney üreticileriyle gerçekleşen rekabet sayesinde, ABD tekelci sermayesi son birkaç onyıldaimalat sanayii alt segmentlerini — giyim, ayakkabı, ucuz tüketim malları veya “nadir toprak” elementleri işleme gibi düşük kâr marjlı, kirli ve tehlikeli sektörleri — büyük ölçüde terk etmiştir. Bu alt düzey üretim süreçlerinin “kaybı”, ABD emperyalizminin dünya pazarındaki egemenliği için hiçbir zaman gerçek bir tehdit oluşturmamıştır. Aksine, bu alanlardan çıkıp yüksek kâr marjlı sektörlere yeniden yatırım yapmak, neoliberal dönemde ABD ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının ve emperyalist tahakkümün sürdürülmesinin temel bir parçası olmuştur.
Bu sürekli tekel kurma ve tekelin kırılması döngüsü, emperyalist tekelci şirketlerin on yıllar boyunca egemenliklerini sürdürebilmek için, yeni ve ileri üretim süreçlerini piyasaya düzenli aralıklarla sokmalarını zorunlu kılmıştır — eski tekellerinin çökmesinden önce, yeniden en üstte başlayabilmek için. Elbette bazı şirketler başarısız olmuştur, ancak bu sistem emperyalist egemen sınıflar açısından uzun süre oldukça işlevsel olmuştur. Sadece son zamanlarda bu düzenin biraz sarsıldığı izlenimi veriyorlar.
Çin Üretiminin Tekel Dışı Karakteri
Bir kez daha altını çizmek gerekir ki, emperyalist tekel, Küresel Güney’deki rakipler tarafından yıkıldığında, yerini aynı türden bir Küresel Güney tekelciliğine bırakmaz — ya da en azından aynı nitelikte bir tekelleşmeden söz edilemez. DeepSeek örneği, bu genel eğilimin tipik bir örneğidir. Bir ürün sadeleştirildiğinde, o ürünün üretiminde kullanılan emek türü de dönüşüme uğrar: ileri düzey bilimsel emek, yerini sıradan emeğebırakır.
Bu dönüşüm sayesinde, söz konusu üretim süreci artık Küresel Güney’in birçok bölgesinde faaliyet gösteren kapitalist üreticiler tarafından daha kolay biçimde gerçekleştirilebilir hale gelir. Bu şekilde dönüştürülmüş her üretim süreci, tekelci karakterini yitirir. Üretimi görece kolay bir ürünü satan bir kapitalistin, satış fiyatını yüksek oranda arttırarak ortalama kârın üzerinde (süper-kâr) elde etmesi mümkün değildir. Standardize olmuş (tekel dışı) bir üretim sürecine egemen olmak, kalıcı süper-kârların temelini oluşturamaz.
Buna karşılık, ileri düzey üretim süreçleri, yani yüksek teknolojiye ve bilimsel bilgiye dayalı olanlar, tekelci süper-kârlar getirebilir. Ancak standardize olmuş üretim süreçleri yalnızca tekel dışı (ortalama) kârlar sağlar. Çin, genel olarak, hatta ileri sanayi dallarında emperyalist tekelleri dağıtıp uluslararası rekabette üstün geldiği alanlarda dahi, ancak tekel dışı kârlar elde edebilmektedir.
Bu kısır dinamik, yani Çin üzerindeki bu aşağı yönlü baskı, malların dünya pazarına meta olarak sunulması biçimiyle daha da pekişmektedir. Çin’in ve diğer Küresel Güney üreticilerinin elde ettiği tekel dışı kârlar — yani emperyalist rakiplerine göre daha düşük kâr oranları — tanım gereği sınırlıdır. Bu kârlar, yeni ve dünyada eşi olmayan teknolojiler geliştirmek için gereken büyük ölçekli yatırımları finanse etmeye yetmemektedir. Dahası, dünya pazarı için üretimde var olan ve tarihsel olarak şekillenmiş uluslararası emek bölümü, Çin’de ve diğer Küresel Güney toplumlarında işçi sınıfını günlük yaşamda büyük oranda rutin, tekrarlayıcı ve sıradan üretim süreçlerine mahkûm etmektedir. Bu durum, üretim sürecinde devrim yaratabilecek bilimsel yeniliklerin önünde kültürel ve maddi engeller de doğurur.
Yukarıda belirtildiği gibi, Çin’in dünya pazarında kendi teknolojik tekellerini kurabilmesinin ön koşulu, bilimsel temelli yeni gelişmeler yaratmasıdır. Ancak Çin, şu ana dek dünya pazarına köklü ve yeni bir teknoloji sunmuş değildir. Çünkü dünya çapında tarihsel olarak inşa edilmiş olan emperyalist iş bölümü ve bilimin tekelleştirilmiş doğası, Küresel Güney’in bu alanda yaratıcı olmasına izin vermez. Çin ve Küresel Güney, kapitalist dünya pazarının sınırları içinde kaldığı sürece, küresel apartheid sistemi olduğu gibi sürecektir.
Çin’deki üretimin büyük bölümünün tekel dışı karakteri, Çin’in üretim alanındaki görünürdeki egemenliğine ve devasa ihracat hacmine rağmen, neden ulusal gelirinin görece düşük kaldığını da açıklar. Bugün Çin’de kişi başına düşen gelir, ABD’nin yedide biri, Avustralya’nın ise beşte biri kadardır! Çin’in üretim kapasitesi açısından kazandığı devasa başarılar ile gelir düzeyi ve tüketim seviyesi arasındaki bu büyük çelişki, Çin’in esas olarak dünya pazarındaki tekel dışı üretim alanlarında üstünlük kurmuş olmasından kaynaklanmaktadır.
“İkinci Çin Şoku” ve Emperyalist Panik
İlk olarak “Çin Şoku” olarak adlandırılan süreç, üretim sürecinin en yüksek aşamalarındaki emperyalist tekelleri tehdit etmedi; tersine, zaten Küresel Güney’e kaymakta olan düşük katma değerli üretimin dışsallaştırılmasını (off-shoring) hızlandırdı. Ancak “İkinci Çin Şoku” farklıdır. Bu kez söz konusu olan düşük teknolojili ürünler değil, orta düzey veya karma üretim alanlarıdır—özellikle elektrikli araçlar, bataryalar ve güneş panelleri. Bu ürünler çok daha yüksek teknoloji içerdiği için, Çin’in geçmişte egemen olduğu sektörlere kıyasla emperyalist kârların daha büyük bir bölümünü temsil etmektedir. Örneğin otomobil üretimi, birçok kapitalist ekonomide hem satışların hem de toplam kârların önemli bir kısmını oluşturur.
Bir diğer önemli değişim ise şudur: Geçmişte Çin’in “tersine mühendislik” yoluyla ürettiği mallar, genellikle zaten kitlesel üretime geçmiş ürünlerin tekelci karakterini yok ediyordu. Yani emperyalist merkezlerdeki üreticiler bu ürünlerden çoktan uzun bir süper-kâr dönemi elde etmiş oluyordu. Ancak tekel yıkıldıktan sonra Çinli ya da diğer Küresel Güney üreticileri devreye giriyordu. Örneğin, 2005’te Çinli Lenovo’nun IBM’in kişisel bilgisayar bölümünü satın aldığı dönemde, IBM PC montajından elde edilebilecek yüksek kârlılığı tüketmiş ve daha kârlı üretim alanlarına yönelmişti.
Bugün ise, elektrikli araçlar bağlamında bu durum geçerli değil. Yüksek teknolojili elektrikli araçların kitle pazarına ilk kez sunulması emperyalist merkezlerde gerçekleştiyse de, yalnızca bir şirket—Tesla—bu süreçte kitlesel üretim aşamasına ulaşmıştı. Çinli üreticiler, Tesla’yla yaklaşık olarak eşdeğer kaliteye ulaşmadan önce değil, ulaştıktan sonra piyasaya dahil oldular. Çin’in bu tekelci konuma müdahalesi, Tesla’nın Nisan-Mayıs 2024’te yaptığı büyük fiyat indirimlerinde açıkça görülmektedir. Bugün çeşitli Çinli üreticiler, henüz Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika’daki büyük otomotiv tekelleri içten yanmalı motorlardan elektrikli araçlara tam geçiş yapmamışken, bu yeni ürün türünü kitlesel ölçekte piyasaya sunmuş durumdadır.
Bataryalı elektrikli araçlar (BEV) aslında yeni bir teknoloji değildir. Örneğin Kaliforniya eyaletinin 1990’da kabul ettiği sıfır emisyonlu araç yasasına yanıt olarak, General Motors 1996-1999 yılları arasında EV1 modelini piyasaya sürmüştü. Ancak 1999 sonrasında, otomotiv ve petrol tekellerinin baskısıyla bu program sona erdirilmiş, dağıtılan araçlar toplatılıp imha edilmiştir (bu olay 2006 tarihli Who Killed the Electric Car? adlı belgesele konu olmuştur). Emisyon zorunluluğu iptal edilmiştir.
Teknolojinin yeni olmamasına rağmen, Çin’in elektrikli araç üretimine girişi, büyük emperyalist şirketlerin enerji dönüşümünü son derece karmaşık bir hale getirmiştir. Uzun yıllar içten yanmalı motorlar sayesinde sürekli süper-kârlar elde etmiş olan ABD, Japon ve Avrupa merkezli otomotiv tekelleri, şimdi BEV alanına geçerken tekelci kâr potansiyelinin zayıflamış olduğu bir pazara adım atmak zorundadır. Bu, kapitalist yatırım kararları açısından sorunludur. Trump yönetiminin ağır otomotiv tarifeleri, bu geçiş sürecinde ABD otomotiv sermayesini korumayı amaçlamaktadır.
Ancak Çin’in küresel batarya üretimindeki hâkimiyeti, emperyalist sistem açısından çok daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. 28 Nisan 2025 tarihli Australian Financial Review (AFR) şunları belirtmiştir:
Çin’deki iç talebin artışıyla birlikte, Çin üretimi bataryalar, küresel enerji depolama sistemleri (ESS) kapasitesinin yaklaşık %90’ını oluşturmaktadır. Çin’in pazar payı ABD’de %80’in, Avrupa’da ise %75’in üzerindedir.
Burada da aynı örüntü görülebilir: Çin, benzer ürünleri daha ucuza üreterek piyasaya hâkim olmaktadır. Örneğin Güney Kore menşeli yüksek nikel içerikli bataryalar, Çin’in standart Lityum Demir Fosfat (LFP) bataryalarına göre daha yüksek enerji yoğunluğuna sahiptir—dolayısıyla daha yüksek teknoloji ürünüdür. Ancak AFR’nin haberine göre:
“Daha ucuz ve giderek daha yüksek performanslı Çin alternatiflerinin yükselişi, son on yılda LFP’nin endüstri standardı haline gelmesine yol açtı.”
“Koreli firmalar [LG ve Samsung] yeni LFP üretim hatları kurmakta ve bazı yüksek nikel içerikli hatları LFP’ye çevirmektedir.”
Yine de, bu şirketler henüz rekabetçi ve ölçekli LFP üretimi gerçekleştirememiştir.
Görünüşe göre batarya üretiminde yaşanan sorunlar, otomotivdekinin de ötesine geçiyor. Yüksek ücretli ülkelerde faaliyet gösteren üreticiler (Güney Kore ve Japonya gibi), yüksek teknoloji içermeyen bir ürün tipi olan LFP bataryalarında Çin’le rekabet etmekte zorlanmaktadır. Ancak eğer bu teknoloji zaten sektör standardı haline geldiyse, bu üreticilerin başka seçeneği kalmamaktadır—tabii ki tam bir gümrük duvarı örülmedikçe.
Bu duruma ilişkin benzer bir gözlem, Çin fabrikalarındaki endüstriyel robotların yaygınlığı bağlamında Rand Corporation’ın teknoloji danışmanlarından Jimmy Goodrich tarafından da dile getirilmiştir. Singapur devlet kanalı CNA’ya verdiği röportajda şöyle demiştir:
“Elbette bu teknolojilerde öncü olan Çin değildir. Bu teknolojiler ilk olarak Japonya, Avrupa, Almanya ve Kore’de geliştirildi. Ama Çin’in asıl uzmanlaştığı alan, bu endüstriyel robotların maliyetini düşürme becerisidir.”
Emperyalistleri asıl kaygılandıran şey, bataryalar ve bir ölçüde elektrikli araçların, tarihsel olarak emperyalizmin tekelinde olmuş “yükselen sanayi dalları” gibi görünmesidir. Ulaşım ve sanayi giderek elektriklenirken, elektrik üretimi de daha ucuz (yani emek verimliliği yüksek) ve yenilenebilir kaynaklara kaymakta, bu da batarya talebini hızla artırmaktadır. Dolayısıyla önümüzde, büyük ölçekli bir sermaye birikimi dönemi doğma potansiyeli vardır. Bu durum, güneş paneli üretimi için de geçerlidir.
Tarihsel olarak, bu tür devasa yeni pazarlar, bu alanlara hâkim olan aktörler için muazzam bir kâr patlaması anlamına gelmiştir. Ancak 2025 itibariyle bu hakimiyet, emperyalist merkezlerdeki sermayeye değil, Çin’e aittir: Güneş panelleri, bataryalar ve bir ölçüde elektrikli araç üretiminde Çin egemendir. Bu gerçeklik, emperyalizmin kendini yeniden üretme kapasitesine karşı Çin’in ne denli ciddi bir tehdit oluşturduğunu göstermektedir.
Emperyalizmin Tekelciliği Hala Mümkün mü?
Trump’ın tarifeler, Biden’ın ise sanayi politikası ile önlemeye çalıştığı tehdit, Çin’in emperyalist toplumların yerini alması ve üretim araçlarında devrimci bir dönüşüm gerçekleştirme rolünü üstlenmeye başlaması -yani tekelleşmesi- değildir. Bu yüzden Çin emperyalist olamaz.
Yine de, Çin’in üretici güçlerini geliştirmedeki başarısı, dönem belirleyici niteliktedir. Çin’de elde edilen tekel dışı üretimdeki büyük ilerlemeler, artık emperyalist tekel kurulumunu baltalama noktasına ulaşmış görünmektedir. Yeni tekellerin çok hızlı yıkılması halinde, kapitalizm temelinde tekelin kendisinin mümkün olmadığı açıktır. Gelişmiş bir teknolojiyi geliştirmek ve piyasaya sürmek için gereken yatırım ölçeği genellikle çok büyüktür. Eğer süper-kârların uzun süreli elde edilmesi beklenemez hale gelmişse (çünkü Küresel Güney üreticileri çok hızlı gelişiyorsa), bu durumda kapitalist sistemde hiçbir tekel kurulamaz.
Emperyalist toplumlar, modern tarihleri boyunca yaptıkları gibi yeni üretim süreçleri geliştirme veya pazarlama yoluyla sürekli süper-kârlar elde edemezlerse, bu durum emperyalizmin işleyişine temelden darbe vurur. Çünkü küresel Kuzeydeki işçi sınıfının oldukça yüksek düzeydeki maddi tüketimi, ancak bu sürekli tekelci süper-kârlar sayesinde finanse edilebilir.
Dahası, süper-kârlar olmadan emperyalist toplumlar, Küresel Güney’e karşı tekelci konumlarını sürdürmek için gerekli sermayeyi, toplumsal kaynakları ve yeniden yatırım kapasitesini sağlayamaz. Başka bir deyişle, kapitalist emperyalizmin insanlığın kolektif bilimsel ve teknolojik ilerlemesini sadece kendine tekel yapabilme yetisi, ancak bu ürünleri piyasada yeterince yüksek fiyat ve süper-kârlar elde ederek satabilmesiyle mümkündü. Süper-kârlar çökerse, emperyalizmin dünyanın toplumsal kaynakları üzerindeki boğucu etkisi de zayıflar.
Ancak, Çin’in üretici güçlerinin emperyalizm için gerçek bir tehdide dönüşüp dönüşmediğini anlamak çok daha detaylı bir teknik analiz olmadan zordur. ABD’nin Çin’e karşı artan, yaygın askeri ve ekonomik saldırganlığı, çoğunluğun (genellikle gerçek bir değerlendirme yapmadan) bu tehdidin varoluşsal olması gerektiğini düşünmesine neden olur. Oysa emperyalizmin tarihi, varoluşsal olmayan tehditler karşısında bile aşırı derecede agresif bir tarihidir. ABD devletinin tepesindeki ırkçılar için, hegemonyalarının kısmen zayıflaması ya da sermayelerinin bir kısmının silinmesi bile kesinlikle kabul edilemez görünüyor. Onların da bir seçeneği kalmamış olabilir.
Notlar:
1. Samir Amin, Unequal Development: An Essay on the Social Formations ofPeripheral Capitalism, Sussex, Harvester, 1976, p. 211.
Yazı linki:
Not: Kesintisiz Faaliyet, çevirisini yayınladığı makalelerde aktarılan tüm görüşleri benimsemek zorunda değildir. Amacımız, ilginç veya faydalı olabileceğini düşündüğümüz çeşitli görüşleri/perspektifleri paylaşmaktır.